5 Kasım 2014 Çarşamba

Eski Sevgiliye Mektup 2.1

                Üzerimizden bir sene geçti, hatta daha fazlası. Beni benimle bıraktığından beri aynı kalmasını istediğim çoğu şeyi silmek zorunda kaldım. Başlarda yanlış başladım sanırım çünkü ilk olarak hayallerimizi silmeye kalkıştım, onca emeğinle ortaya çıkardığın bir eserin gözlerinin önünde bir anda yerle bir edildiğini, öldürüldüğünü düşün. Yıkıldım, kanadım, başlarda altından kalkamadım. Tek yaşıyordum o zamanlarda, anlatacak da pek bir kimsem yoktu. Anlatmaya çalıştım, beceremedim. Kimsenin beni anlamadığını düşünmüştüm, etrafımda da kendimden başka kimseyi koymadım. Senden bana kalan eşyan bile yoktu, bir şarkı bırakmıştın arkanda. Kafamın düşmemesi için uğraştığım kadar kendimi düzeltmeye uğraşmıyordum. Düzeltilecek bir durumum olduğunu anlamam birkaç ayımı almıştı, o zamana kadar bomboştum. Ne bir hayalim kalmıştı, ne de bir amacım vardı. Kendimden kaybedeceğim bir şey kalmayana kadar tükettim kendimi, ta ki kaybettiklerimin değerini anlayana kadar. Kendimden kaybettiklerimi birer birer kazanmaya çalışıyordum, her kazandığımı ertesi bir uğraşta kaybediyordum. Ucu bucağı olmayan bir uğraştı, yoruyordu. Yoruldukça ter kan içinde uyanıyordum geceleri, git gide arttı o gecelerin sayısı. Kışın en sert geçtiği zamanlara denk geldi o geceler, oturduğum ev dışardan daha soğuktu. Herkes hayatında bir kere kendini öldürmeyi düşünmüştür, ben çoktan öldüğümü düşünüyordum. Halıyı parkeyi kirletmeye gerek yok diyerek ufaktan da güldürüyordum kendimi. Biraz da olsa canlanmak istedim, o boş gülüşler bile sana ulaşma amacımla doluyordu. Gelirsin diye atmaya çalıştım ölü toprağı üstümden, sen gelene kadar sığınacağım bir yer inşa ettim. Uzun ve geniş binalar hep üzmüştür beni, tek kararla onlarca kat bomboş kalır. Yalnızlık ve toz kokar, onlarca insan gelse de dolduramaz oradaki boşluğu. Sen kokuyordu içimdeki o bina, her koridorda bir hayalimiz ölmüştü. İkimiz doldurabiliyorduk orayı, sıcacık oluyordu tüm odalar. İkimiz birlikte dünyalara sahip olabilirdik, iyi ki de olmamışız. O dünyalarda sensiz yaşamayı geçtim, onları sensiz yıkmayı bile başaramazdım. İlk kez sensiz bir şeyler yaptım kendim için, amacım da sendin. Çarpık oldu, çatısı damlatıyor, otobüse yarım saat yürüme mesafesi var ama sensiz ısınmayı başardım. 

3 Kasım 2014 Pazartesi

1.1

            Nasıl devrildiğimi hatırlayamıyordum fakat gözlerimi açabildiğimde hafızamın büyük bir kısmı yerine gelmişti. Bağımlılık yaratan gözleriyle beni inceliyordu.

            “İyi misin?”

          “Bilmem, iyi miyim?” tam da insanların akşam eğlencesi olduğumu düşünürken, etrafımda olan biteni ufak bir göz gezdirmesiyle yorumlamıştım. Eğlenmişler gibi gözükmüyordu, endişeli bakışlar vardı. Sanırım düşerken kafamı o gereksiz tümseklerden birine vurmuştum. Kafamı ona tekrar çevirdiğimde aynı gülümsemeyle tekrar karşılaşmıştım. Biraz utancımın verdiği toparlama çabasıyla, biraz da başımın arka tarafındaki acının verdiği anlamsız gazla yerimden doğrulmaya başladım.

            “İstersen biraz otur orda evladım, direk kalkma bak başın döner düşersin.” dedi yaşlı bir teyze. Kafamı ona çevirdiğimde anneannemle olan bire bir benzerliği biraz korkutmuştu. Kafamı halüsinasyon görecek kadar sert vurduğumu sanıp biraz da olsa strese girmiştim fakat teyze git gide farklı bir insana dönüşüyordu.

            “İyiyim teyze, teşekkür ederim.” iyi değildim, her geçen saniye başımın arkasındaki ağrı artıyordu ve başımın her yerine bir virüs gibi yayılıyordu.

            “Bence de biraz otursan iyi olur.” çantasından çıkardığı pet şişeyi uzattı. Suratına aptal aptal baktım. Beynimdeki tüm düşüncelerim onunla olan herhangi bir etkileşimimde yok oluyordu.

            “Merak etme, herhangi bir hastalığım yok ama biraz ruj izi olabilir.” dedi gülümseyerek.

            “Sorun olmaz, teşekkür ederim.” gülümsemesine karşılık verdim. Bir yudum su aldıktan sonra, sanki basit bir şekilde düşmüşüm gibi ani bir hareketle yerimden doğruldum. Şişenin ağzını kapatırken kısa biz göz teması sonrası gülümsememi kaybetmeden:

            “Tekrardan teşekkür ederim.”

            “Rica ederim.” dedi yanakları kızarmış bir şekilde. Sanırım şişeyi ona verirken gerçekleşen ufak parmak temasları yüzündendi. Başımı çarpmanın yarattığı bir şey de olabilirdi, kurguluyor da olabilirdim.

            “Rujunun tadı güzelmiş, kolalı mıydı?” bunu dediğime kendim bile inanamadım. Bu cümleyi ergenlik zamanlarımdan çıkartan bilinçaltıma güzel bir küfür armağan ettim. Normalde söyleyeceğim şeyi söylemeden hemen önce, ufak bir zaman dilimi içerisinde değerlendirip öyle söylerim. Bunu yapmamın en büyük sebebiyse babamın bana küçükken verdiği öğütlerdi. Fakat aldığım darbe yüzünden olsa gerek, bu özelliğimi kaybetmiştim.

            “Evet kolalıydı.” dedi gülerek. Açıkçası şaşırtıcı bir sonuçtu.

            “Aslında ruj değil, parlatıcı. Normalde sürmem.”

            “Şanslıymışım çünkü güzel bir aroması vardı.” bilinçaltım kontrolü ele almaya başlıyordu. Söyleyeceğim şeyi biliyordum fakat ağzımdan çıkması benim tercihimde değildi.

            “Neden sürdün peki?” beni ilgilendirmeyen şeyleri sormaya başlamıştım ve benim açımdan korkutucu bir hal almaya başlamıştı.

            “Farklılık olsun diye sürmüştüm. Ama sana kısmetmiş.”

            “Dolaylı yollardan da olsa…” kendimi susturmuştum çünkü yüzümdeki kızarıklığı sakallarım kamufle ederken, kulaklarım için aynı şeyi söylemek çok zordu. Nar gibi kızardıklarını hissedebiliyordum. Kendimi çıplak bir halde baş aşağı kuma gömülüp öylece bırakılmış biri gibi hissediyordum.

            “Kafanı vurmadan önce de bu kadar komik miydin?”

            “Şu an nasıl hissettiğimi anlatsam sanırım sen de yuvarlanıp kafanı bir yere vurabilirsin.” şimdi sıçtım.

            “Kulaklarından az çok belli oluyor.” dedi gözleriyle kulaklarımı işaret ederken. Sebebini sormadığı için sevinmiştim. Sorsaydı sanırım o muhabbetin olasılıklarındaki en büyük paya ‘kasıklara tekme’ sahip olurdu.

            “Ben R.” dedim elimi uzatarak. Önce elime, sonra da gözlerime baktı.

            “Ben de Ada, memnun oldum R.”

            “Nerede ineceksin?”

            “Mecidiyeköy, sen?”

            “Ben de orda ineceğim.”

            “Şey diyecektim, böyle kuru kuruya teşekkür etmek içime sinmedi. Müsaitsen yani biraz zamanın varsa bir kahve ısmarlamak isterim.”

            “Seni pek tanımıyorum. Hem çoğu insanın yapacağı şeyi yaptım, basit bir teşekkür de yeterli oldu.” dedi hafif bir gülümsemeyle.

            “Utanınca kulaklarımın kızardığını biliyorsun.” baya ucuz bir ikna cümlesi de olsa elimde olanı en iyi şekilde kullanmaya çalışıyordum.

            “Sen de beni tanımıyorsun.” biraz ciddileşmiş gibiydi.

            “Nadir olarak kolalı parlatıcı kullandığını biliyorum.” normalde ısrarcı biri olmadığımı biliyordum. Söylediklerimin büyük bir kısmı benden bağımsız şeyler olduğu için bilinçaltımda ‘cılkını çıkarma’ kalıbının yer almadığını son söylediğim şeyden sonra fark etmiştim.

            Başını aşağı doğru eğmişti. Saçlarının bir kısmını sol kulağının arkasında toplarken ufak bir gülümseme belirmişti yüzünde. Dikkati dağılmışken gülümseyişini izlemek uyuşturucu etkisi yaratıyordu. Bana doğru dönüp:

            “Bu akşam maalesef vaktim yok.”

            “Anladım.” moralim normalden biraz daha fazla bozulmuştu. Sokaktan geçen herhangi biri bunu rahatlıkla anlayabilirdi, onun da anlaması fazla zaman almamıştı.

            “Ama…” dedi ellerine baktıktan sonra,

            “Yarın tüm gün boşum. Yarın Çarşamba, değil mi?”

            “Değilse bile oldururum.” dedim gülerek.

            “Her Çarşamba evde çello pratiği yapıyorum. Bir zaman sonra monotonlaşmaya başlıyor ve doğal olarak insanı bunaltıyor, her ne kadar sevdiğin bir şeyi yapsan da.”

            “Anlayabiliyorum. Ben bile boş günlerimde bilgisayar oynamaktan sıkılıyorum.”

            ‘Şişli-Mecidiyeköy’

            Çantamı yerden aldıktan sonra hafif bir göz kararması yaşadım. Başımı çarpmamla bir alakası yoktu, çoğu zaman olan bir şeydi ama bir süre dengemi sağlamakta zorlandım.

            “İyi misin sen?”

            “İyiyim, sanırım tansiyonum düştü biraz.”

            İndikten sonra sırtını ve bir ayağını billboardlara yaslayıp:

            “Şimdi bana numaranı veriyorsun, yarın da beni monotonluğumdan kurtarıyorsun sevgili R.”

            “Tamamdır.” sürekli  gülümsüyordum, istemsiz bir şekilde ya da o bir şey söyledikten sonra.

            “Mesaj attım, numaramı kaydedersin.”

Sanırım birkaç dakikadır orada duruyordum. Uykuya dalmadan önce bile böylesine yoğun hayallere dalmamıştım. Zaman kavramım tamamen yok olmuştu. Olaylar birbirine karışmıştı, her şey birbirine karışmıştı.

“R, iyi misin?” yüzünde meraklı ve biraz tırsmış bir ifade vardı çünkü birkaç dakikadır gözlerinin içine bakar haldeydim ve hayaller dünyasındayken bunu fark etmem baya zordu. Onunla geçirdiğim sınırlı zamanımın her saniyesi gözlerimin önünden bir kez daha geçmişti.

“Kendini tanımaya mı çalışıyordun?” dedi gülerek.

“Anlamadım?” en son ne dediğimi unutmuştum.

“İyi hissetmiyorsan aileni arayalım. Başını baya sağlam çarptın. Beş dakika önce söylediğin şeyi bile hatırlayamıyorsun.”

“Bundan beş dakika öncesini hatırlayamamam gülüşünü de hatırlayamadığım anlamına gelmez, biliyorsun değil mi?” neden ve hangi amaçla bu soruyu yönelttiğimi bilinçaltıma sormaya kalkarsam tekrar düşüncelere dalacağımı bildiğimden sadece söylediğim şeyden sonra yüzünde oluşan gülümsemeye odaklandım.

“Çok güzel güldüğünü söyleyen olmuş muydu?” ne kadar fazla sorgusuz bilinçaltı kullanımı, o kadar az ruhani yolculuk.

“İyi geceler.” yine aynı şeyi yapmıştı, saçlarını sol kulağının arkasında toplarken gülümsemişti. Kısa bir süre içerisinde üzerimde garip bir etki bırakmıştı.

Tek kelime edememiştim. Ağzım açıktı fakat dilim dönmek bilmedi. Onu izlemekten daha zevkli bir şey varsa, o da onunla konuşmaktı. Neden bir şey diyemediğimi ilk seferinde anlamlandıramamıştım fakat kendimi ona kaptırmış bir haldeyken yakaladığımda bazı parçalar yerine oturmaya başlamıştı; onu istiyordum. Sadece o anda takip ettiğim kalçalarını, yürürken attığı adımlarının mükemmeliyetini değil; tamamıyla, her şeyiyle istiyordum. Rüzgarın saçlarını gelişigüzel dağıtışını, geceleri rüyasında neleri sayıkladığını, ilk kez hangi filmi izlerken ağladığını, en büyük hayal kırıklığının ne olduğunu, şaka gibi ama sabah gözlerini ilk kez açtığındaki kokusunu bile merak ediyordum. Bir sigara yaktıktan sonra elimi cebime atıp gelen mesajı okumaya koyuldum. Saat 12’de Taksim’de buluşacaktık.


2 Kasım 2014 Pazar

1

Düşüncelerimi toparlayamıyorum. Hayallerim, duygularım, arzularım bir olup saldırıyor düşüncelerime, beynimde tam anlamıyla bir katliam süregeliyor. Kafamı dağıtma eylemlerimse, çoğunlukla kendimden kaçmam için yarattığım mini hikaye tadında yalanlarla başlıyor. Ne kadar acınası bir durum… Ne zaman başladığını tam olarak hatırlayamıyorum fakat beynimi kemiren asıl şey, bu saçmalığın ne zaman biteceği.

            Bugün tam olarak istediğim fiziki özelliklere sahip bir kadınla, biraz da olsa konuşma fırsatım oldu. Siyah olması gereken saçları kızıldı, gözlerinin yeşili öylesine canlıydı ki, eğer bir cennet varsa, içindeki her şey o tonda olmalıydı. Dudakları ne ince, ne de kalındı. Fakat bu sıradanlığı dudaklarının göğüsleriyle olan uyumu yok ediyordu. Göğüsleri dudaklarından diriydi, öylesine mükemmel bir orantı sağlanmıştı ki bakmaktan onlara dokunmayı düşünmeye vaktim olmamıştı. Göğüslerinin arasında kalan kolyenin taşıdığı anlamı sorabilmem için kolyeye iliştirilmiş şeyi görebilmem lazımdı fakat tahmin edilebileceği gibi bir çift simetri harikası göğüs tarafından esir alınmıştı. Fit birine benziyordu. Bu düşünce aklımda kısa bir yol kat ettikten sonra t-shirt’ünün alt kısmına attığı bir düğüm düşüncemi doğrulamış oldu. Giydiği kot şortun biraz düşük belli olmasından kaynaklı, iyice belirginleşen vücut hatları usta bir ressamın fırçasından çıkmaydı. Tüm ince ayrıntılarını ezberletecek bir cazibesi vardı. Bacakları pürüzsüz, göğüsleri kadar düzgün ve simetrikti. Dudaklarını her yalayışında benimkiler biraz daha kuruyordu. Tesadüfi olarak alnından akan bir damla ter, boynundan göğüs kıvrımlarına doğru düzgün bir yol aldı. Göğüslerinin arasından sıyrılmayı başararak kasıklarına doğru yoluna emin bir şekilde devam ediyordu, ta ki o parmak uçlarıyla hafif bir müdahalede bulununcaya kadar. O damlanın aldığı yolu izlemek sanırım izlediğim çoğu şeyden binlerce kez daha güzeldi. Müdahaleden hemen sonra gözleriyle baş başa bırakmıştı beni. Kendimi kaybetmem saniye sürmedi, bir şeyler söylemezsem dudaklarına kıyma ihtimalim bile, yerimde olacak herhangi bir kimseyi tahrik etmeye yeterdi. Utancımdan kafam yavaşça yere doğru eğilirken, gözlerim bir saniyeliğine de olsa tekrardan göğüslerine takılmıştı. Saniyeler akarken bir şeyler düşündüm fakat kafamı kaldırmamla beraber kurulan ani göz teması beynimde adeta yeni bir tür katliama sebep oldu. Gülümseyişi cazibesinden dolayı mı güzel geliyordu yoksa başka bir sebebi mi vardı, artık ayırt edemiyordum.

            “Kendini tanıyor musun?” diyebildim kısık bir sesle.

            “Bilmiyorum.” Şaşırmış gibiydi. Onu bir yere davet edeceğimi sandığından mı, hayatı boyunca böyle bir soruyla karşı karşıya kalmadığından mı yoksa nasıl bir geri zekalı olduğumu düşündüğünden mi anlayamadım ilk seferinde. On beş dakika öncesine, onunla ilk konuşmamızın beş dakika öncesine dönmüştüm. Aynı metrobüs durağından yola çıkmıştık ve tahmin edilebileceği gibi oturacak yer kalmamıştı. Körüklü kısımda iki kişinin sığabileceği yer vardı. Yere yuvarlanıp insanların akşam eğlencesi olma fikri bile, ensemden şaplak yemişe çevirdiği için adımlarımı her seferinde yavaş yavaş atıyordum. Sigaramı söndürme, içimdeki dumanı üfleme, parmaklarımda çevirdiğim çakmağımı cebime koyma ve yavaş adım atma olaylarında geçirdiğim saniyeler yüzünden çoğu zaman oturma şansımı kaybetmişimdir. Yetişmeye çalıştığım(!) derslerin ilk on dakikasını sırf bu tarz şeylerden kaçırıyordum. Bir bakıma istemeden ritüelim haline gelmişti.

            Adımlarımı yavaş yavaş atarken iki veya üç defa göz göze gelmiştik. Yabancısı olmadığım fakat elimden geldiğince bastırmaya çalıştığım ‘Güzel bir kadının yanına gidiyorum.’ düşüncesi kesinlikle bilinçaltımın bir ürünüydü. Sırt çantamın sol askısını çıkartıp, çantamı yavaşça bacaklarımın arasına bıraktım. Çok kısa bir süre içinde on kilo kaybettiğimden dolayı pantolonum sürekli aşağı düşüyordu. Kilo vermenin kötü taraflarını açıkçası önceki zamanlarımda hiç düşünmemiştim. Yukarı çekip, sabit durmama rağmen metrobüsün girip çıktığı ufak çukurlar yüzünden pantolonumu tekrar tekrar çekmem gerekiyordu. Kulağımdaki kulaklığı ve yanında durduğum kadını bir anlığını unutup okkalı bir küfür mırıldandım. Telefonumu pantolonumun cebinden çıkarırken, pantolonumu tekrardan yukarı çekeceğimi hatırlamak beni anlamsız bir şekilde çileden çıkarmaya yetmişti. Saate bakmak için kafamı metrobüsün durakları gösteren ekranına çevirdiğimde gözüm ona çarpmadan edemedi.

            Başı hafif aşağı doğru eğikti, gülümsüyordu. Gözümün ona çarptığını fark ettikten kısa bir süre sonra utanıp kafamı çevirdiğimden, ilk göz çarpmasında gülüşünü izleyememiştim. Gülümseyişini gördükten sonra istemsiz olarak bir gülümseme düşmüştü ağzımın en orta yerine. Gülümsememi gördükten hemen sonra başka yöne baktı, saçlarını düzeltişinden biraz da olsa utandığını anlamıştım. Ya da öyle sanıyordum.


            Yüzümdeki gülümse zamanla silinirken, cebimden zar zor çıkardığım telefonumdan genelde kitap okurken dinlediğim şarkıları içeren çalma listesini açtım. Telefonumu dikkatli bir şekilde cebime koyduktan sonra pantolonumu, bu defa içimden küfrederek, bir kez daha düzelttim. Kafamı ona doğru kasıtlı olarak çevirip ne yaptığına baktım. Gülümsüyordu, sanki her gülümsediğinde bu olayı mükemmeliyete bir adım daha yaklaştırıyordu. Tekrardan anlamsız bir duygu kargaşası içinde kaybolurken, mesajlaştığını fark etmem zaman almıştı. Çantama eğilip yeni aldığım ve garipsemediğim bir hevesle okuduğum Yüzüklerin Efendisi serisinin ilk kitabını çıkardım. Tam doğrulurken metrobüsün yaptığı ani bir frenle yanımda bulunan, güzel gülüşlü hatunun ayaklarına devrildim.