Nasıl
devrildiğimi hatırlayamıyordum fakat gözlerimi açabildiğimde hafızamın büyük
bir kısmı yerine gelmişti. Bağımlılık yaratan gözleriyle beni inceliyordu.
“İyi misin?”
“Bilmem, iyi
miyim?” tam da insanların akşam eğlencesi olduğumu düşünürken, etrafımda olan
biteni ufak bir göz gezdirmesiyle yorumlamıştım. Eğlenmişler gibi gözükmüyordu,
endişeli bakışlar vardı. Sanırım düşerken kafamı o gereksiz tümseklerden birine
vurmuştum. Kafamı ona tekrar çevirdiğimde aynı gülümsemeyle tekrar
karşılaşmıştım. Biraz utancımın verdiği toparlama çabasıyla, biraz da başımın
arka tarafındaki acının verdiği anlamsız gazla yerimden doğrulmaya başladım.
“İstersen
biraz otur orda evladım, direk kalkma bak başın döner düşersin.” dedi yaşlı bir
teyze. Kafamı ona çevirdiğimde anneannemle olan bire bir benzerliği biraz
korkutmuştu. Kafamı halüsinasyon görecek kadar sert vurduğumu sanıp biraz da
olsa strese girmiştim fakat teyze git gide farklı bir insana dönüşüyordu.
“İyiyim
teyze, teşekkür ederim.” iyi değildim, her geçen saniye başımın arkasındaki
ağrı artıyordu ve başımın her yerine bir virüs gibi yayılıyordu.
“Bence de
biraz otursan iyi olur.” çantasından çıkardığı pet şişeyi uzattı. Suratına
aptal aptal baktım. Beynimdeki tüm düşüncelerim onunla olan herhangi bir
etkileşimimde yok oluyordu.
“Merak etme,
herhangi bir hastalığım yok ama biraz ruj izi olabilir.” dedi gülümseyerek.
“Sorun
olmaz, teşekkür ederim.” gülümsemesine karşılık verdim. Bir yudum su aldıktan
sonra, sanki basit bir şekilde düşmüşüm gibi ani bir hareketle yerimden
doğruldum. Şişenin ağzını kapatırken kısa biz göz teması sonrası gülümsememi
kaybetmeden:
“Tekrardan
teşekkür ederim.”
“Rica
ederim.” dedi yanakları kızarmış bir şekilde. Sanırım şişeyi ona verirken
gerçekleşen ufak parmak temasları yüzündendi. Başımı çarpmanın yarattığı bir
şey de olabilirdi, kurguluyor da olabilirdim.
“Rujunun
tadı güzelmiş, kolalı mıydı?” bunu dediğime kendim bile inanamadım. Bu cümleyi
ergenlik zamanlarımdan çıkartan bilinçaltıma güzel bir küfür armağan ettim.
Normalde söyleyeceğim şeyi söylemeden hemen önce, ufak bir zaman dilimi
içerisinde değerlendirip öyle söylerim. Bunu yapmamın en büyük sebebiyse
babamın bana küçükken verdiği öğütlerdi. Fakat aldığım darbe yüzünden olsa
gerek, bu özelliğimi kaybetmiştim.
“Evet
kolalıydı.” dedi gülerek. Açıkçası şaşırtıcı bir sonuçtu.
“Aslında ruj
değil, parlatıcı. Normalde sürmem.”
“Şanslıymışım
çünkü güzel bir aroması vardı.” bilinçaltım kontrolü ele almaya başlıyordu.
Söyleyeceğim şeyi biliyordum fakat ağzımdan çıkması benim tercihimde değildi.
“Neden
sürdün peki?” beni ilgilendirmeyen şeyleri sormaya başlamıştım ve benim açımdan
korkutucu bir hal almaya başlamıştı.
“Farklılık
olsun diye sürmüştüm. Ama sana kısmetmiş.”
“Dolaylı
yollardan da olsa…” kendimi susturmuştum çünkü yüzümdeki kızarıklığı sakallarım
kamufle ederken, kulaklarım için aynı şeyi söylemek çok zordu. Nar gibi
kızardıklarını hissedebiliyordum. Kendimi çıplak bir halde baş aşağı kuma
gömülüp öylece bırakılmış biri gibi hissediyordum.
“Kafanı
vurmadan önce de bu kadar komik miydin?”
“Şu an nasıl
hissettiğimi anlatsam sanırım sen de yuvarlanıp kafanı bir yere vurabilirsin.”
şimdi sıçtım.
“Kulaklarından
az çok belli oluyor.” dedi gözleriyle kulaklarımı işaret ederken. Sebebini
sormadığı için sevinmiştim. Sorsaydı sanırım o muhabbetin olasılıklarındaki en
büyük paya ‘kasıklara tekme’ sahip olurdu.
“Ben R.”
dedim elimi uzatarak. Önce elime, sonra da gözlerime baktı.
“Ben de Ada,
memnun oldum R.”
“Nerede
ineceksin?”
“Mecidiyeköy,
sen?”
“Ben de orda
ineceğim.”
“Şey
diyecektim, böyle kuru kuruya teşekkür etmek içime sinmedi. Müsaitsen yani
biraz zamanın varsa bir kahve ısmarlamak isterim.”
“Seni pek
tanımıyorum. Hem çoğu insanın yapacağı şeyi yaptım, basit bir teşekkür de
yeterli oldu.” dedi hafif bir gülümsemeyle.
“Utanınca
kulaklarımın kızardığını biliyorsun.” baya ucuz bir ikna cümlesi de olsa elimde
olanı en iyi şekilde kullanmaya çalışıyordum.
“Sen de beni
tanımıyorsun.” biraz ciddileşmiş gibiydi.
“Nadir
olarak kolalı parlatıcı kullandığını biliyorum.” normalde ısrarcı biri
olmadığımı biliyordum. Söylediklerimin büyük bir kısmı benden bağımsız şeyler
olduğu için bilinçaltımda ‘cılkını çıkarma’ kalıbının yer almadığını son
söylediğim şeyden sonra fark etmiştim.
Başını aşağı
doğru eğmişti. Saçlarının bir kısmını sol kulağının arkasında toplarken ufak
bir gülümseme belirmişti yüzünde. Dikkati dağılmışken gülümseyişini izlemek
uyuşturucu etkisi yaratıyordu. Bana doğru dönüp:
“Bu akşam
maalesef vaktim yok.”
“Anladım.”
moralim normalden biraz daha fazla bozulmuştu. Sokaktan geçen herhangi biri
bunu rahatlıkla anlayabilirdi, onun da anlaması fazla zaman almamıştı.
“Ama…” dedi
ellerine baktıktan sonra,
“Yarın tüm
gün boşum. Yarın Çarşamba, değil mi?”
“Değilse
bile oldururum.” dedim gülerek.
“Her
Çarşamba evde çello pratiği yapıyorum. Bir zaman sonra monotonlaşmaya başlıyor
ve doğal olarak insanı bunaltıyor, her ne kadar sevdiğin bir şeyi yapsan da.”
“Anlayabiliyorum.
Ben bile boş günlerimde bilgisayar oynamaktan sıkılıyorum.”
‘Şişli-Mecidiyeköy’
Çantamı
yerden aldıktan sonra hafif bir göz kararması yaşadım. Başımı çarpmamla bir
alakası yoktu, çoğu zaman olan bir şeydi ama bir süre dengemi sağlamakta
zorlandım.
“İyi misin
sen?”
“İyiyim,
sanırım tansiyonum düştü biraz.”
İndikten
sonra sırtını ve bir ayağını billboardlara yaslayıp:
“Şimdi bana
numaranı veriyorsun, yarın da beni monotonluğumdan kurtarıyorsun sevgili R.”
“Tamamdır.”
sürekli gülümsüyordum, istemsiz bir
şekilde ya da o bir şey söyledikten sonra.
“Mesaj
attım, numaramı kaydedersin.”
Sanırım birkaç dakikadır orada duruyordum.
Uykuya dalmadan önce bile böylesine yoğun hayallere dalmamıştım. Zaman kavramım
tamamen yok olmuştu. Olaylar birbirine karışmıştı, her şey birbirine
karışmıştı.
“R, iyi misin?” yüzünde meraklı ve
biraz tırsmış bir ifade vardı çünkü birkaç dakikadır gözlerinin içine bakar
haldeydim ve hayaller dünyasındayken bunu fark etmem baya zordu. Onunla
geçirdiğim sınırlı zamanımın her saniyesi gözlerimin önünden bir kez daha
geçmişti.
“Kendini tanımaya mı çalışıyordun?”
dedi gülerek.
“Anlamadım?” en son ne dediğimi
unutmuştum.
“İyi hissetmiyorsan aileni arayalım.
Başını baya sağlam çarptın. Beş dakika önce söylediğin şeyi bile
hatırlayamıyorsun.”
“Bundan beş dakika öncesini
hatırlayamamam gülüşünü de hatırlayamadığım anlamına gelmez, biliyorsun değil
mi?” neden ve hangi amaçla bu soruyu yönelttiğimi bilinçaltıma sormaya
kalkarsam tekrar düşüncelere dalacağımı bildiğimden sadece söylediğim şeyden
sonra yüzünde oluşan gülümsemeye odaklandım.
“Çok güzel güldüğünü söyleyen olmuş
muydu?” ne kadar fazla sorgusuz bilinçaltı kullanımı, o kadar az ruhani
yolculuk.
“İyi geceler.” yine aynı şeyi
yapmıştı, saçlarını sol kulağının arkasında toplarken gülümsemişti. Kısa bir
süre içerisinde üzerimde garip bir etki bırakmıştı.
Tek kelime edememiştim. Ağzım açıktı
fakat dilim dönmek bilmedi. Onu izlemekten daha zevkli bir şey varsa, o da
onunla konuşmaktı. Neden bir şey diyemediğimi ilk seferinde
anlamlandıramamıştım fakat kendimi ona kaptırmış bir haldeyken yakaladığımda
bazı parçalar yerine oturmaya başlamıştı; onu istiyordum. Sadece o anda takip
ettiğim kalçalarını, yürürken attığı adımlarının mükemmeliyetini değil;
tamamıyla, her şeyiyle istiyordum. Rüzgarın saçlarını gelişigüzel dağıtışını,
geceleri rüyasında neleri sayıkladığını, ilk kez hangi filmi izlerken
ağladığını, en büyük hayal kırıklığının ne olduğunu, şaka gibi ama sabah
gözlerini ilk kez açtığındaki kokusunu bile merak ediyordum. Bir sigara
yaktıktan sonra elimi cebime atıp gelen mesajı okumaya koyuldum. Saat 12’de
Taksim’de buluşacaktık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder