28 Temmuz 2013 Pazar

...Ve iki insan şarkılarda buluştu.

Güneşli bir yaz günü, ne kadar garip. Yarım yamalak yapılmış bir akşamüstü kahvaltısı, biraz domates, biraz peynir ve bir bardak kahve. Şampiyonların kahvaltısı. 10 saatlik uyku sonrası isteksizce atılan adımlar kadar canlıyız, yatağımızın soğuk tarafı bile alınmış elimizden. Tarafını seçtiğimiz karanlığın uğultusundan daha da karanlık geceler, karanlık rüyalar. Ölümün soğukluğundan daha da soğuk sular, aklımızın yaratıp da reddettiği derin sularda çırpınışlarımız... Ve iki insan buluştu o sularda.

Heyecanlı bekleyişlere gebe kaldı iki insan. Soğuk bir İstanbul gününde, boğazda süzülen tek bir martı kadar ilgi çekiciydi midemizdeki karıncalanmalar. Yer değiştirdik sırasıyla, birimiz martı oldu birimiz balık. Birbirimizin ağzından ölümü tatmak kadar aşk kokuyordu bedenlerimiz. Salınıyorduk yüzeyde, bekliyorduk çaresizce. Yüzünüze vuran Kadıköy Rıhtım fırtınası kadar acımasızdık, soğuktuk. Büyük balık olduk, içimize attık doymadık. Yaşamak için öldürmüyorduk artık, yaşamak için ölüyorduk. Ölümü ağlattık, sırrımıza kattık... Ve iki insan buluştu kelimelerin İstiklal Caddesi'nde.

Alkoliktik belki ikimiz de, şerefe demedik asla. Ayrı masalarda kaldırıp sağlığımıza yudumladık belki rakılarımızı. Köfte ve patates olmadık, rakı ve balık olduk. Ayrı sofralarda güldük belki ortak olan talihsiz kaderimize, belki de dost omzunda ağladık habersiz mutluluğumuzu doğuran derin ümitsizliğimize. Düşüncelerine habersiz eşlik eden sigaran gibiydim, notalarında yaşadığım boşluğun içinde içime düşen ümit ışığım kadar güzeldin hayallerimde... Ve iki insan buluştu rakının ilk kadehinde.

Dumanını içine çektiğimiz tek sigaraların dallanan ve süzülen  dumanları gibi apayrıydık. Kim bilebilirdi aynı yerde bulunduğumuzu, nefesimizi paylaştığımızı, aynı ciğere dolup aynı nefeste tükendiğimizi. Aynı şarkının farklı notalarına sarıldık, asla bilemedik, farkedemedik aynı şarkıda ağladığımızı, güldüğümüzü, sevdiğimizi. Ben senin zihnini soydum, öpüştük, sarıldık, seviştik saatlerce. Anlattık, dinledik günlerce. Aynı ciğerde, aynı şarkıda, aynı gözyaşında, aynı gülücüklerde bulunduğumuzu öğrendik. Birbirimize sarıldık, notalar sarıldı, ciğerler nefessiz kaldı, gözyaşları bir oldu, gülücükler şenlendi sanki aynı yola çıkıp kefenimiz olacaklarmış gibi... Ve iki insan buluştu ölümün son nefesinde.

2 gün 2 gece süren muhabbetler, titrek eller, ürkek kalpler, yorgun bedenler, yabancılaşmış tenler ve saatlerce süren tek bir sır, kulaklardan asla gitmeyecek. İki cümlenin arasındaki saniyelerin yıllar olduğu konuşmalar. Tek bir şarkının ilk dinlenişte ezberlenmesi kadar boştu belki içimiz. Belki de o kadar sahip ve muhtaçtık birbirimize. İki ihtimalin bir bütün oluşturduğu bir dünya kuruldu, ters bir ev kadar garipti. Çabuk uyanabilmek için sağ tarafa dönüp yattık, kulağım sesini arıyordu. Dudakların birbirine değmeden önceki o son saniye kadar heyecan vericiydi sabah uyanışlarımız... Ve iki insan şarkılarda buluştu.

24 Temmuz 2013 Çarşamba

İpucu veriyorum hazır mısın?

Hayat bazen Red Hot Chili Peppers grubunun klipleri gibi. Telefonunuzu elinize almadan önce Tanrı’nın cennetinden çıkmış güzellikte bir his, tüm şarkılarını düşüncenizin akmasını sağlayan ışık hızında olan o gün içerisinde milyarlardan daha fazla iş yapmış 2 çocuk babası tır şoförünüzün, yani düşüncenizin o sinir iletimize karışır. O anda şarjınızın bittiğini dünyaya duyurmuş kadar çok bildiğiniz halde eliniz telefonunuza o şarkının aşkı dolar. Elinize aldığınızda şarjınızın bittiğini tekrardan hatırlasanız bile, yurdunuza veya evinize gittiğinizde bilgisayarınızın içinde veya prize bağladığınız şarj aletinin ufak soketlerinin ucunda saatlerce devam edecek Fransız bir şefin mutfağından çıkmış lezzette müzik ziyafetinin olduğu düşüncesi ön lobunuzda bulunan nöronların en derinine işler. İki türlü de mutlu olur insan.  Toplama vurulduğu zaman, hayatınızda yaşadığınız mutluluğu orantıya vurduracak olan anti-mutlulukların keşfetmediği kabuslara ulaşmasının hayal edilemediği kadar ufak ihtimali yaşadığınızın verdiği mutlulukla mutlu olabilirsiniz. Dipnot, kendi hatalarınızı kendiniz düzeltince, sanki iş yapamaz, acemi bir tamirci çocuğunun ustasının ayağıyla tekmelenmiş ve “O iş öyle mi yapılır hayvan! İzle!” sesini duymuş olacaksınız. Evet zaten o şekilde bir tekme yediğim zaman izleyebileceğim. Adamın karşısına Jet-Li’yi koysan da “HÜLOOOĞ!” diye bir narayla beraber o tekmeyi koyduğu zaman Ninja Kaplumbağalar’ın yaptığı savunmayı yapamaz. İmkansız yani.
Hele bir de dinleyebildiyseniz müziği, demeyin keyfinize. Saatlerce yolculuk yapabilirsiniz. Örneğin; İstanbul trafiğinde saatlerce gidebilirsiniz. Arkanızdan size amaçsızca korna basan embesil araç sürücüsüne duyduğunuz öfke ve o öfkenin adamı dünyanın en iğrenç görünümlü yaratık size götünden gökkuşağı ve şekerlemeler saçan tek boynuzlu at kadar gülünç, bayramda oyuncak ayı alan 5 yaşındaki bir kız çocuğunun gülümsemesinden daha şeker gelecektir. Tabi garantisini veremem. Yani spor amaçlı o trafiğe giren insanların ve diğerlerinin zarar görmesini istemem yani. “Aslında herkese söylesem trafik açılır mı lan hıhıhı.” yapacak “pasif” trafik canavarlarının bunu okumaması için bu kitabı bastırmayabilirim. Düşünsenize Supernatural dizisinden çıkma lanetli bir cisim gibi yüzyıllarca dolaşıyor elden ele. Bastırmayabilirim dedikten sonra birinin düşünmesini istemek embesile dönüşmek demektir. Sanırım artık embesil bir sürücüyüm.

Hayat bazen bir kalp kırıklığı kadar kötü oluyor. Kalbinizin içinde dopdolu olan “Güzel Hayal Deposu”ndan sadece onunla alakalı olanların aktığı bir şelale oluşur. Bir zamanlar aşkınızın eseri olan kelebeklerin  uçtuğunu gösterecek olan bir projeksiyon görüntüsünden fışkıran mutsuzluk seline kapılır gider tüm kozalar. Mideniz yıkanmış gibidir. Kalbinizle mideniz arasında gidip gelen ağrı, tutulamaz bir 38’-45’ Alman müfrezesine benzer. Yıktıkça yıkar. Zayıf düşersiniz. Savaş sonrası enflasyon gibi vurur bedeninizin her bir köşesine. Bir savaş atı kadar yorgun bedeniniz su tutmaz bir sünger saçmalığıyla uyutmaz hücrelerinizi. 

Yemek ye dolar o boşluk annem.

Dilinize dolanan, dinlemekten nefret ettiğiniz radyo kanalında çalan o saçma sapan şarkı vardır. Günlerce söylersiniz. Kendinize ettiğiniz küfürler hayal gücünüzün ötesindedir belki. Hiç gitmediğini düşünmek bile rahatsız edici. Online olarak oynadığınız bir oyunda sizi sürekli öldüren bir karakter kadar uyuz edicidir. Her zaman sizden bir adım önde olmayı başarır. İtinayla yediğiniz çekirdek kabuklarından birinin günlerce damağınızda asılı kalması kadar uğraş vericidir. Çıkarma isteğiniz nefretinizi tetiklerken, dilinizle o kabukla oynarken bulursunuz kendinizi. Bir o kadar da ilgi çekicidir ilk başlarda.

Hayallerinizde canlandırdığınız kadın/erkek kadar egzotik ve erotik birini elinizden kaçırırsınız. Küçük bir çocuk gibi küsersiniz hayallerinize en yakın arkadaşına küsmüş gibi. İki gün sonra bir bakmışsınız beraber rakı içiyorsunuz. Karşınızda oturacak kadar şizofrenik, dostunuzdan daha samimi dinliyordur sizi. Hiç hesapta olmayan biriyle tanışmanız, flörtleşmeniz ve sevişmeniz kadar hızlı gelişir herşey. Şeytani bir dostlukla eşlik edip, sizin için hızlandırır her şeyi aldığınız alkol. Seviştikten sonra yatak başına bırakılmış para kadar amaçsız ve hayat kadını hissettirir baş ağrınız. Dostluğu uyuşturucu gibidir kendine bağlayıp sonra çekip giden.

Amaçsız yaz geceleri inada binip uyumazsınız genelde. Şikayet ve küfürlere sığdıramadığınız hoşnutsuzluğu duyduğunuz güneşi beklersiniz. Birkaç saat bölük pörçük uyku sonrasında kremlenip güneşlenirsiniz. Tıpkı aşkla nefretin birleştiği duygu yüklü bir fırtına gibi. Biraz ümitsiz, biraz güven verici. Biraz alkol alıp beklersiniz geceyi. Anlattığınız zevkli saatlere sığdıramadığınız eğlenceyi yaşadığınız saatleri beklersiniz. Alkolü biraz fazla kaçırıp, eğlenmeye çalıştıktan sonra uyumadan önce derin bir ağlarsınız. Tıpkı sevginin korkuyla birleşiminden oluşan ve sizi ağlatan ilk dram filmi gibi. Alışkanlığı anne hasretinden daha derin gelir bazen.

Can yakar, ağlatmaz. Nefret ettirir, kendine bağlar. Alkol doldurur, ümit boşaltır. Canınızı çektirir, elde ettirmez. Selam verin içinizdeki boşluğa, bugün daha da derindesiniz.

23 Temmuz 2013 Salı

Moronlaştıramadıklarımızdan mısınız?

Bu kadar boş, monoton ve sıkıcı olmanızın özel bi sebebi mi var yoksa hobi olarak mı yapıyosunuz bilmiyorum ve açıkçası bana dokunmadığınız, etrafımda olmadığınız sürece sıçtığım bok etrafında dolanan bok sineğinden farksızsınız.

Sabah uyanmışsınızdır. Okulunuza, işe veya bakkala ekmek almaya gidiyorsunuzdur. Dışarıda karşınıza çıkan ilk insan büyük ihtimalle bir güvenlik görevlisidir. Bulunduğunuz sitenin girişinde, genel olarak kimin girip çıktığını önemsemeyen ve her ay düzenli olarak parasını havada kapan ve sizi -bana kalırsa- kendinden korumakla güvenli bir insan. Şimdi çıkıp da "Hepsi aynı mı lan orospu çocuğu!?" diyecek beyninden hasarlı arkadaşlar, küçükken ben değil aileniz sizi baş aşağı düşürmüş. Seversiniz veya sevmezsiniz, selam verirsiniz veya "Günaydın abi kolay gelsin." dersiniz. Hafiften bir baş eğmek bile yeterlidir. "Genelde" karşınızda muşmula suratlı, mutsuz ve göz kapaklarıyla cebelleşen bir insan görürsünüz. İstemsiz olarak "Acaba yüzü gülen bir insan var mıdır sabahın köründe?" sorusu düşer aklınıza. Bir insana güler yüzlü bir selam vermek için, hadi gülmeyi de geçtim selam veren bir insanoğlu var mı? Aynı saatte yat, aynı saatte kalk, kahvaltını yap, otobüse binmek için birkaç kişi ez, birkaç kişiyle sidik yarışına gir, aklından tatile gittiğin zaman kaç tane Rus uyruklu hatun tavlayabileceğini düşün, Twitter'da fenomen, kameraya şaklaban olabilmek için çabala... Bu kadar mı basitsiniz ben cidden anlam veremiyorum. Bu kadar basit ve monoton olmak için kaç kişi öldürdünüz bunu daha çok merak ediyorum.

Farklı giysiler içerisindeki aynı insanlar, farklı yanaklar, dudaklar, gülüşler, gözler... Sürüsünü takip eden bir dolu koyun gibi. Atatürkçüsü, sağcısı solcusu, özgürlükçüsü, kapitalisti... Siyasal düşüncenin insan kişiliğini etkilediği bir paralel evren kafasında yaşıyorsunuz maalesef. Hayatı yaşıyoruz ayağına hayat tarafından harcanıyorsunuz. "Televizyon insanı aptallaştırır, sürüye katar." gerçeği reddedilemez. Bu gerçeği kabullenip, özümseyip, twitter veya facebook bio'suna yazanlar da var tabi. Nasıl bir özümseme ben hala çözebilmiş değilim. İster inanın ister inanmayın, piyasada bulunan çoğu kitap da aynı etkiyi yapıyor.  Türünün ilk örneği olan insanlar yerine taklitçilerin saçmalıklarını okumak farkında olmadan birer zombi yaratıyor. Televizyon günah keçisi haline getiriliyor ki asıl tehlike gözden kaçıyor. Kendi yobazca düşüncelerini karşıdaki hayran kitlesine aktarmak için fırsat kollayan ve bunu başaran yazarlar umarım bunu okur.

"Çok gezen mi yoksa çok okuyan mı?" sorusu bana hep amaçsız ve boş gelmiştir. Bir cevap elde edildiği zaman, o cevabın hangi amaca hizmet ettiğini düşünmeksizin  hareket etmeye devam edilir. Kendine " Çok televizyon izleyen mi, çok porno sitesi bilen mi yoksa çok egoist olan mı bilir?" sorusunu kendine sormayı akıl edemeyen milyonlara ulaşmış bir kitleyle yaşamak zorunda bırakıldık. Dünyanın neresinde olursak olalım, değişmeyecek gerçekler var maalesef. Yıkmaya korkulan tabular, zorla bir dine mensup edilmeye çalışılan evlatlar, bakireliğin kişilik ve hayat standartlarını belirlediği bir toplum içinde azınlık gruplar var. İlla fight club kurcaz dimi?

"Copy-Paste yaptım yeni yazmadım." adlı çalışmam

Çok hızlı oldu her şey. Sanki evren tarafından planlanmış ve tam rayında giden bir tren gibi…

Dayanamayıp son anda içine atlayan, tahmin bile edemeyeceği şeyleri içindeki iyilik ve aşk yüzünden yaşayıp yaralanan, yorulan, korumaya muhtaç küçük bir kız. Nereye gittiğini bile önemsememişti. Küçücük yüreğindeki kocaman cesaretinden habersizce güç alan, aşkın verdiği tutkuyla kompartımanların oluşturduğu labirentlerde yolunu kaybetmiş küçük bir kız. Gözlerinden aşka olan nefreti, güvenmek dürtüsünü reddetmiş, içten ve sevgi  dolu bir öpücüğe açlığı bir vampirin kana susamışlığı kadar kuvvetli, kimi beklediğinden habersiz küçük bir kız. Teninin anlamını kaybetmiş, çaresizce çığlıklarının son tınısını her seferinde gözlerinden düşen gözyaşlarıyla uğurlayan, kalbi aldığı yaraların tedavisine koşturmasıyla yorulmuş küçük bir kız. Gücünü son kez toplayıp, her adımında kendini o kaçınılmaz düşüşe hazırlayan, kalbindeki son aşk ateşini kaybeden ve son cesaret kırıntısını, kalbine düşecek o dünyanın en önemli kum taneciğinin yanına gömen küçük bir kız. Her şeyden habersizken, tam düşerken tenini, midesinin en içinde, kalbinin 2 kişilik mezarlığının tam ortasında hissettiği bir adam…


Çok hızlı oldu her şey. Kalbime çakan milyon voltluk şimşekler ve midemi alt üst eden binlerce kelebek kadar hızlı. 

Devamı var da, ne zaman gelir orasını nah biliriz işte.