5 Kasım 2014 Çarşamba

Eski Sevgiliye Mektup 2.1

                Üzerimizden bir sene geçti, hatta daha fazlası. Beni benimle bıraktığından beri aynı kalmasını istediğim çoğu şeyi silmek zorunda kaldım. Başlarda yanlış başladım sanırım çünkü ilk olarak hayallerimizi silmeye kalkıştım, onca emeğinle ortaya çıkardığın bir eserin gözlerinin önünde bir anda yerle bir edildiğini, öldürüldüğünü düşün. Yıkıldım, kanadım, başlarda altından kalkamadım. Tek yaşıyordum o zamanlarda, anlatacak da pek bir kimsem yoktu. Anlatmaya çalıştım, beceremedim. Kimsenin beni anlamadığını düşünmüştüm, etrafımda da kendimden başka kimseyi koymadım. Senden bana kalan eşyan bile yoktu, bir şarkı bırakmıştın arkanda. Kafamın düşmemesi için uğraştığım kadar kendimi düzeltmeye uğraşmıyordum. Düzeltilecek bir durumum olduğunu anlamam birkaç ayımı almıştı, o zamana kadar bomboştum. Ne bir hayalim kalmıştı, ne de bir amacım vardı. Kendimden kaybedeceğim bir şey kalmayana kadar tükettim kendimi, ta ki kaybettiklerimin değerini anlayana kadar. Kendimden kaybettiklerimi birer birer kazanmaya çalışıyordum, her kazandığımı ertesi bir uğraşta kaybediyordum. Ucu bucağı olmayan bir uğraştı, yoruyordu. Yoruldukça ter kan içinde uyanıyordum geceleri, git gide arttı o gecelerin sayısı. Kışın en sert geçtiği zamanlara denk geldi o geceler, oturduğum ev dışardan daha soğuktu. Herkes hayatında bir kere kendini öldürmeyi düşünmüştür, ben çoktan öldüğümü düşünüyordum. Halıyı parkeyi kirletmeye gerek yok diyerek ufaktan da güldürüyordum kendimi. Biraz da olsa canlanmak istedim, o boş gülüşler bile sana ulaşma amacımla doluyordu. Gelirsin diye atmaya çalıştım ölü toprağı üstümden, sen gelene kadar sığınacağım bir yer inşa ettim. Uzun ve geniş binalar hep üzmüştür beni, tek kararla onlarca kat bomboş kalır. Yalnızlık ve toz kokar, onlarca insan gelse de dolduramaz oradaki boşluğu. Sen kokuyordu içimdeki o bina, her koridorda bir hayalimiz ölmüştü. İkimiz doldurabiliyorduk orayı, sıcacık oluyordu tüm odalar. İkimiz birlikte dünyalara sahip olabilirdik, iyi ki de olmamışız. O dünyalarda sensiz yaşamayı geçtim, onları sensiz yıkmayı bile başaramazdım. İlk kez sensiz bir şeyler yaptım kendim için, amacım da sendin. Çarpık oldu, çatısı damlatıyor, otobüse yarım saat yürüme mesafesi var ama sensiz ısınmayı başardım. 

3 Kasım 2014 Pazartesi

1.1

            Nasıl devrildiğimi hatırlayamıyordum fakat gözlerimi açabildiğimde hafızamın büyük bir kısmı yerine gelmişti. Bağımlılık yaratan gözleriyle beni inceliyordu.

            “İyi misin?”

          “Bilmem, iyi miyim?” tam da insanların akşam eğlencesi olduğumu düşünürken, etrafımda olan biteni ufak bir göz gezdirmesiyle yorumlamıştım. Eğlenmişler gibi gözükmüyordu, endişeli bakışlar vardı. Sanırım düşerken kafamı o gereksiz tümseklerden birine vurmuştum. Kafamı ona tekrar çevirdiğimde aynı gülümsemeyle tekrar karşılaşmıştım. Biraz utancımın verdiği toparlama çabasıyla, biraz da başımın arka tarafındaki acının verdiği anlamsız gazla yerimden doğrulmaya başladım.

            “İstersen biraz otur orda evladım, direk kalkma bak başın döner düşersin.” dedi yaşlı bir teyze. Kafamı ona çevirdiğimde anneannemle olan bire bir benzerliği biraz korkutmuştu. Kafamı halüsinasyon görecek kadar sert vurduğumu sanıp biraz da olsa strese girmiştim fakat teyze git gide farklı bir insana dönüşüyordu.

            “İyiyim teyze, teşekkür ederim.” iyi değildim, her geçen saniye başımın arkasındaki ağrı artıyordu ve başımın her yerine bir virüs gibi yayılıyordu.

            “Bence de biraz otursan iyi olur.” çantasından çıkardığı pet şişeyi uzattı. Suratına aptal aptal baktım. Beynimdeki tüm düşüncelerim onunla olan herhangi bir etkileşimimde yok oluyordu.

            “Merak etme, herhangi bir hastalığım yok ama biraz ruj izi olabilir.” dedi gülümseyerek.

            “Sorun olmaz, teşekkür ederim.” gülümsemesine karşılık verdim. Bir yudum su aldıktan sonra, sanki basit bir şekilde düşmüşüm gibi ani bir hareketle yerimden doğruldum. Şişenin ağzını kapatırken kısa biz göz teması sonrası gülümsememi kaybetmeden:

            “Tekrardan teşekkür ederim.”

            “Rica ederim.” dedi yanakları kızarmış bir şekilde. Sanırım şişeyi ona verirken gerçekleşen ufak parmak temasları yüzündendi. Başımı çarpmanın yarattığı bir şey de olabilirdi, kurguluyor da olabilirdim.

            “Rujunun tadı güzelmiş, kolalı mıydı?” bunu dediğime kendim bile inanamadım. Bu cümleyi ergenlik zamanlarımdan çıkartan bilinçaltıma güzel bir küfür armağan ettim. Normalde söyleyeceğim şeyi söylemeden hemen önce, ufak bir zaman dilimi içerisinde değerlendirip öyle söylerim. Bunu yapmamın en büyük sebebiyse babamın bana küçükken verdiği öğütlerdi. Fakat aldığım darbe yüzünden olsa gerek, bu özelliğimi kaybetmiştim.

            “Evet kolalıydı.” dedi gülerek. Açıkçası şaşırtıcı bir sonuçtu.

            “Aslında ruj değil, parlatıcı. Normalde sürmem.”

            “Şanslıymışım çünkü güzel bir aroması vardı.” bilinçaltım kontrolü ele almaya başlıyordu. Söyleyeceğim şeyi biliyordum fakat ağzımdan çıkması benim tercihimde değildi.

            “Neden sürdün peki?” beni ilgilendirmeyen şeyleri sormaya başlamıştım ve benim açımdan korkutucu bir hal almaya başlamıştı.

            “Farklılık olsun diye sürmüştüm. Ama sana kısmetmiş.”

            “Dolaylı yollardan da olsa…” kendimi susturmuştum çünkü yüzümdeki kızarıklığı sakallarım kamufle ederken, kulaklarım için aynı şeyi söylemek çok zordu. Nar gibi kızardıklarını hissedebiliyordum. Kendimi çıplak bir halde baş aşağı kuma gömülüp öylece bırakılmış biri gibi hissediyordum.

            “Kafanı vurmadan önce de bu kadar komik miydin?”

            “Şu an nasıl hissettiğimi anlatsam sanırım sen de yuvarlanıp kafanı bir yere vurabilirsin.” şimdi sıçtım.

            “Kulaklarından az çok belli oluyor.” dedi gözleriyle kulaklarımı işaret ederken. Sebebini sormadığı için sevinmiştim. Sorsaydı sanırım o muhabbetin olasılıklarındaki en büyük paya ‘kasıklara tekme’ sahip olurdu.

            “Ben R.” dedim elimi uzatarak. Önce elime, sonra da gözlerime baktı.

            “Ben de Ada, memnun oldum R.”

            “Nerede ineceksin?”

            “Mecidiyeköy, sen?”

            “Ben de orda ineceğim.”

            “Şey diyecektim, böyle kuru kuruya teşekkür etmek içime sinmedi. Müsaitsen yani biraz zamanın varsa bir kahve ısmarlamak isterim.”

            “Seni pek tanımıyorum. Hem çoğu insanın yapacağı şeyi yaptım, basit bir teşekkür de yeterli oldu.” dedi hafif bir gülümsemeyle.

            “Utanınca kulaklarımın kızardığını biliyorsun.” baya ucuz bir ikna cümlesi de olsa elimde olanı en iyi şekilde kullanmaya çalışıyordum.

            “Sen de beni tanımıyorsun.” biraz ciddileşmiş gibiydi.

            “Nadir olarak kolalı parlatıcı kullandığını biliyorum.” normalde ısrarcı biri olmadığımı biliyordum. Söylediklerimin büyük bir kısmı benden bağımsız şeyler olduğu için bilinçaltımda ‘cılkını çıkarma’ kalıbının yer almadığını son söylediğim şeyden sonra fark etmiştim.

            Başını aşağı doğru eğmişti. Saçlarının bir kısmını sol kulağının arkasında toplarken ufak bir gülümseme belirmişti yüzünde. Dikkati dağılmışken gülümseyişini izlemek uyuşturucu etkisi yaratıyordu. Bana doğru dönüp:

            “Bu akşam maalesef vaktim yok.”

            “Anladım.” moralim normalden biraz daha fazla bozulmuştu. Sokaktan geçen herhangi biri bunu rahatlıkla anlayabilirdi, onun da anlaması fazla zaman almamıştı.

            “Ama…” dedi ellerine baktıktan sonra,

            “Yarın tüm gün boşum. Yarın Çarşamba, değil mi?”

            “Değilse bile oldururum.” dedim gülerek.

            “Her Çarşamba evde çello pratiği yapıyorum. Bir zaman sonra monotonlaşmaya başlıyor ve doğal olarak insanı bunaltıyor, her ne kadar sevdiğin bir şeyi yapsan da.”

            “Anlayabiliyorum. Ben bile boş günlerimde bilgisayar oynamaktan sıkılıyorum.”

            ‘Şişli-Mecidiyeköy’

            Çantamı yerden aldıktan sonra hafif bir göz kararması yaşadım. Başımı çarpmamla bir alakası yoktu, çoğu zaman olan bir şeydi ama bir süre dengemi sağlamakta zorlandım.

            “İyi misin sen?”

            “İyiyim, sanırım tansiyonum düştü biraz.”

            İndikten sonra sırtını ve bir ayağını billboardlara yaslayıp:

            “Şimdi bana numaranı veriyorsun, yarın da beni monotonluğumdan kurtarıyorsun sevgili R.”

            “Tamamdır.” sürekli  gülümsüyordum, istemsiz bir şekilde ya da o bir şey söyledikten sonra.

            “Mesaj attım, numaramı kaydedersin.”

Sanırım birkaç dakikadır orada duruyordum. Uykuya dalmadan önce bile böylesine yoğun hayallere dalmamıştım. Zaman kavramım tamamen yok olmuştu. Olaylar birbirine karışmıştı, her şey birbirine karışmıştı.

“R, iyi misin?” yüzünde meraklı ve biraz tırsmış bir ifade vardı çünkü birkaç dakikadır gözlerinin içine bakar haldeydim ve hayaller dünyasındayken bunu fark etmem baya zordu. Onunla geçirdiğim sınırlı zamanımın her saniyesi gözlerimin önünden bir kez daha geçmişti.

“Kendini tanımaya mı çalışıyordun?” dedi gülerek.

“Anlamadım?” en son ne dediğimi unutmuştum.

“İyi hissetmiyorsan aileni arayalım. Başını baya sağlam çarptın. Beş dakika önce söylediğin şeyi bile hatırlayamıyorsun.”

“Bundan beş dakika öncesini hatırlayamamam gülüşünü de hatırlayamadığım anlamına gelmez, biliyorsun değil mi?” neden ve hangi amaçla bu soruyu yönelttiğimi bilinçaltıma sormaya kalkarsam tekrar düşüncelere dalacağımı bildiğimden sadece söylediğim şeyden sonra yüzünde oluşan gülümsemeye odaklandım.

“Çok güzel güldüğünü söyleyen olmuş muydu?” ne kadar fazla sorgusuz bilinçaltı kullanımı, o kadar az ruhani yolculuk.

“İyi geceler.” yine aynı şeyi yapmıştı, saçlarını sol kulağının arkasında toplarken gülümsemişti. Kısa bir süre içerisinde üzerimde garip bir etki bırakmıştı.

Tek kelime edememiştim. Ağzım açıktı fakat dilim dönmek bilmedi. Onu izlemekten daha zevkli bir şey varsa, o da onunla konuşmaktı. Neden bir şey diyemediğimi ilk seferinde anlamlandıramamıştım fakat kendimi ona kaptırmış bir haldeyken yakaladığımda bazı parçalar yerine oturmaya başlamıştı; onu istiyordum. Sadece o anda takip ettiğim kalçalarını, yürürken attığı adımlarının mükemmeliyetini değil; tamamıyla, her şeyiyle istiyordum. Rüzgarın saçlarını gelişigüzel dağıtışını, geceleri rüyasında neleri sayıkladığını, ilk kez hangi filmi izlerken ağladığını, en büyük hayal kırıklığının ne olduğunu, şaka gibi ama sabah gözlerini ilk kez açtığındaki kokusunu bile merak ediyordum. Bir sigara yaktıktan sonra elimi cebime atıp gelen mesajı okumaya koyuldum. Saat 12’de Taksim’de buluşacaktık.


2 Kasım 2014 Pazar

1

Düşüncelerimi toparlayamıyorum. Hayallerim, duygularım, arzularım bir olup saldırıyor düşüncelerime, beynimde tam anlamıyla bir katliam süregeliyor. Kafamı dağıtma eylemlerimse, çoğunlukla kendimden kaçmam için yarattığım mini hikaye tadında yalanlarla başlıyor. Ne kadar acınası bir durum… Ne zaman başladığını tam olarak hatırlayamıyorum fakat beynimi kemiren asıl şey, bu saçmalığın ne zaman biteceği.

            Bugün tam olarak istediğim fiziki özelliklere sahip bir kadınla, biraz da olsa konuşma fırsatım oldu. Siyah olması gereken saçları kızıldı, gözlerinin yeşili öylesine canlıydı ki, eğer bir cennet varsa, içindeki her şey o tonda olmalıydı. Dudakları ne ince, ne de kalındı. Fakat bu sıradanlığı dudaklarının göğüsleriyle olan uyumu yok ediyordu. Göğüsleri dudaklarından diriydi, öylesine mükemmel bir orantı sağlanmıştı ki bakmaktan onlara dokunmayı düşünmeye vaktim olmamıştı. Göğüslerinin arasında kalan kolyenin taşıdığı anlamı sorabilmem için kolyeye iliştirilmiş şeyi görebilmem lazımdı fakat tahmin edilebileceği gibi bir çift simetri harikası göğüs tarafından esir alınmıştı. Fit birine benziyordu. Bu düşünce aklımda kısa bir yol kat ettikten sonra t-shirt’ünün alt kısmına attığı bir düğüm düşüncemi doğrulamış oldu. Giydiği kot şortun biraz düşük belli olmasından kaynaklı, iyice belirginleşen vücut hatları usta bir ressamın fırçasından çıkmaydı. Tüm ince ayrıntılarını ezberletecek bir cazibesi vardı. Bacakları pürüzsüz, göğüsleri kadar düzgün ve simetrikti. Dudaklarını her yalayışında benimkiler biraz daha kuruyordu. Tesadüfi olarak alnından akan bir damla ter, boynundan göğüs kıvrımlarına doğru düzgün bir yol aldı. Göğüslerinin arasından sıyrılmayı başararak kasıklarına doğru yoluna emin bir şekilde devam ediyordu, ta ki o parmak uçlarıyla hafif bir müdahalede bulununcaya kadar. O damlanın aldığı yolu izlemek sanırım izlediğim çoğu şeyden binlerce kez daha güzeldi. Müdahaleden hemen sonra gözleriyle baş başa bırakmıştı beni. Kendimi kaybetmem saniye sürmedi, bir şeyler söylemezsem dudaklarına kıyma ihtimalim bile, yerimde olacak herhangi bir kimseyi tahrik etmeye yeterdi. Utancımdan kafam yavaşça yere doğru eğilirken, gözlerim bir saniyeliğine de olsa tekrardan göğüslerine takılmıştı. Saniyeler akarken bir şeyler düşündüm fakat kafamı kaldırmamla beraber kurulan ani göz teması beynimde adeta yeni bir tür katliama sebep oldu. Gülümseyişi cazibesinden dolayı mı güzel geliyordu yoksa başka bir sebebi mi vardı, artık ayırt edemiyordum.

            “Kendini tanıyor musun?” diyebildim kısık bir sesle.

            “Bilmiyorum.” Şaşırmış gibiydi. Onu bir yere davet edeceğimi sandığından mı, hayatı boyunca böyle bir soruyla karşı karşıya kalmadığından mı yoksa nasıl bir geri zekalı olduğumu düşündüğünden mi anlayamadım ilk seferinde. On beş dakika öncesine, onunla ilk konuşmamızın beş dakika öncesine dönmüştüm. Aynı metrobüs durağından yola çıkmıştık ve tahmin edilebileceği gibi oturacak yer kalmamıştı. Körüklü kısımda iki kişinin sığabileceği yer vardı. Yere yuvarlanıp insanların akşam eğlencesi olma fikri bile, ensemden şaplak yemişe çevirdiği için adımlarımı her seferinde yavaş yavaş atıyordum. Sigaramı söndürme, içimdeki dumanı üfleme, parmaklarımda çevirdiğim çakmağımı cebime koyma ve yavaş adım atma olaylarında geçirdiğim saniyeler yüzünden çoğu zaman oturma şansımı kaybetmişimdir. Yetişmeye çalıştığım(!) derslerin ilk on dakikasını sırf bu tarz şeylerden kaçırıyordum. Bir bakıma istemeden ritüelim haline gelmişti.

            Adımlarımı yavaş yavaş atarken iki veya üç defa göz göze gelmiştik. Yabancısı olmadığım fakat elimden geldiğince bastırmaya çalıştığım ‘Güzel bir kadının yanına gidiyorum.’ düşüncesi kesinlikle bilinçaltımın bir ürünüydü. Sırt çantamın sol askısını çıkartıp, çantamı yavaşça bacaklarımın arasına bıraktım. Çok kısa bir süre içinde on kilo kaybettiğimden dolayı pantolonum sürekli aşağı düşüyordu. Kilo vermenin kötü taraflarını açıkçası önceki zamanlarımda hiç düşünmemiştim. Yukarı çekip, sabit durmama rağmen metrobüsün girip çıktığı ufak çukurlar yüzünden pantolonumu tekrar tekrar çekmem gerekiyordu. Kulağımdaki kulaklığı ve yanında durduğum kadını bir anlığını unutup okkalı bir küfür mırıldandım. Telefonumu pantolonumun cebinden çıkarırken, pantolonumu tekrardan yukarı çekeceğimi hatırlamak beni anlamsız bir şekilde çileden çıkarmaya yetmişti. Saate bakmak için kafamı metrobüsün durakları gösteren ekranına çevirdiğimde gözüm ona çarpmadan edemedi.

            Başı hafif aşağı doğru eğikti, gülümsüyordu. Gözümün ona çarptığını fark ettikten kısa bir süre sonra utanıp kafamı çevirdiğimden, ilk göz çarpmasında gülüşünü izleyememiştim. Gülümseyişini gördükten sonra istemsiz olarak bir gülümseme düşmüştü ağzımın en orta yerine. Gülümsememi gördükten hemen sonra başka yöne baktı, saçlarını düzeltişinden biraz da olsa utandığını anlamıştım. Ya da öyle sanıyordum.


            Yüzümdeki gülümse zamanla silinirken, cebimden zar zor çıkardığım telefonumdan genelde kitap okurken dinlediğim şarkıları içeren çalma listesini açtım. Telefonumu dikkatli bir şekilde cebime koyduktan sonra pantolonumu, bu defa içimden küfrederek, bir kez daha düzelttim. Kafamı ona doğru kasıtlı olarak çevirip ne yaptığına baktım. Gülümsüyordu, sanki her gülümsediğinde bu olayı mükemmeliyete bir adım daha yaklaştırıyordu. Tekrardan anlamsız bir duygu kargaşası içinde kaybolurken, mesajlaştığını fark etmem zaman almıştı. Çantama eğilip yeni aldığım ve garipsemediğim bir hevesle okuduğum Yüzüklerin Efendisi serisinin ilk kitabını çıkardım. Tam doğrulurken metrobüsün yaptığı ani bir frenle yanımda bulunan, güzel gülüşlü hatunun ayaklarına devrildim. 

19 Ağustos 2014 Salı

Hep sana, hala sana

Sonunda çözdüm kafamı, kendimi. İçimde seninle büyüyen çocuk konuştu seninle beraber. Yine gittin fakat kırgın değilim bu sefer sana. Bu sefer huzur bıraktın arkanda. Bugün uzun zamandır içime çekmediğim yaz gibi koktuğunu farkettim, o çocuğun bebeklik kokusunu aldım. Hiç koklayamadığım tenini rüzgarlara kattığını farkettiğimde bir kez daha aşık oldum sana. Heyecanlanmadım beni hatırladığında, yüzümde aptal bi gülümseme vardı sadece. Hani bi labirenttesindir, çıkışa çok yakınsındır fakat aranda tek bi duvar vardır ve düşündükçe o çocuğun ilk aşk heyecanı dolar damarlarına. Unutmamamı istedin benden, bana aşkını tekrardan belirtmen kadar güzeldi. Koca bi sene boyunca sensiz aldığım her nefesin, attığım her adımın, senin için kendimi her siper edişimde içime dolan arpa tanesinden küçük umudun boşa olmadığını biliyodum. Sana defalarca aşık olmamın sebebi de bu, tek bir kelimen yeniden doğmuşum gibi hissettiriyo. Seninle beraber olsak elde edeceğim güçle dünyaları ayağına serebilecek güce erişebilecekken, en ufak kelimenle dünyamı bana verişin seni bekleyeceğim soğuk günlerin güneşi oluyo. Yüzümdeki gülümsemeyi unutan insanlara gülümseme sebebimin sen olduğunu anlattıkça gururlanıyorum. İçimde sensiz büyüttüğüm çocuğa seni anlatıyorum adeta. Ve o çocuk seni tanımadan kokunu arıyo kabuslarında, tenini arıyo zor zamanlarında. Eskiden zorlardı beni, güç veriyosan neden beraber hayata meydan okumuyormuşuz. Sinirlenirdim o zamanlar fakat şimdi anlıyorum sebebini. Bize zarar verebilme düşüncenden bahsettiğimde, artık gülümsemesi huzurla dolduruyor içimi. Artık anlıyorum insanların neden mutluluktan ağladıklarını. İçinde büyüttükleri bi tarafı eksik çocuklarının gülümsemelerine anlam veremedikleri için. Bugün huzurla uyuyacağız ikimiz de. Gelmesen bile içimizdeki gülümsemeye bir kibrit çaktığın için. Seni arayacak ellerimiz fakat soğuk kalmayacak artık. Seni arayacak gözlerimiz fakat boş kaldıkça dolmayacak, yüreğin gibi parlayacak. Kalplerimiz boş kalmayacak, hep seni bekleyecek.

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Başladığım yeri hep unuttum. Şarkıları tekrar açtım, tekrar bir sigara yaktım. Seni her çözmeye çalıştığım zaman kendimle anlamsız bir savaşın içinde buldum kendimi, başını unuttuğum her şarkı gibi bir başka zamana erteledim. Sonsuzluğunu göremememin yarattığı geçici körlükler ertelediğim savaşları kaybettiğimi görmemi engelliyordu. İçimde her gün gebe kalan mutsuzluğumun içinde çırpınışlarımı sanki duyuyormuşsun gibi, üstü tozlu kalmış anılarımızın içinden çekip çıkarmayı başarıyordun o bucaksız bataklıktan. Gülümsemen yüzümden eksik olmuyordu. Zaman yavaşladıkça, zihnimin labirentlerinde kayboldukça, kurtulma çabasıyla tutunduğum dalların bir bir kırıldığını fark edemeyecek kadar bencilleşmiştim. Ruhumun en çorak arazisine dikmeyi başardığımız bir fidan sensiz büyüdü, çiçek açtı. Sensiz her gölgesine oturmaya gittiğimde gözlerimin her kapanışında farklı bir çaresizliğe uyandım, farklı bir dalı kopardım sana biraz daha tutunabilmek için. Ölmüş bir bedene bakıyormuşum gibi, boğazım düğümleniyor. Kelimelerim öncekinden daha yetersiz geliyor. Uzanabildiğim her dalı kırıyorum, her ruhu son damlasına kadar sömürüyorum artık. Elime geçen en ufak bir göz parıltısını tüm hayal kırıklarımın içinde boğuyorum. Günahlarım her gece ciğerlerimi doldurup beni boğana kadar devam ediyorum. Hiçbir şey olmamış gibi uyanıyorum, ve her gece tekrar ölene kadar sana tutunmaya çalışıyorum.

4 Haziran 2014 Çarşamba

Neden?”

Her şey mükemmeldi. Güneş sanki son kez batıyormuşçasına kızıllığında boğmuştu denizi. Tatlı bir esinti vardı saçlarımızı dağıtan. Üstümüzde yükselen palmiye ağaçları son rötuşu yapıp mükemmelleştiriyordu her şeyi. Her saçım bozulduğunda somurtarak söylenip, usanmadan düzeltiyordum saçlarımı. Yanında somurtmak en büyük günahlardan biri olmalı. Her saçını düzeltişindeki gülümseyişin gözlerimi senden alamamama sebep oluyordu. Gözüm kazara çarpsa bile utanıp gülümsüyordun. Birandan aldığın yudumlardan sonra rastgele olarak dudaklarını yalaman güldürüyordu beni. Tıpkı her saçını düzeltirken olduğu gibi, her dudağını yalayışında, her gözüm çarptığında sana biraz daha aşık oluyordum.

“Neden derken?”

“Neden terk ettin, hatırlıyo musun?”

“Teknik olarak terk etmedim seni.” dedi, hafif alaycı bakışıyla gülümserken. Gülümseyişi ilk tanıştığımızda kurduğumuz hayallere götürdü beni. İçinde bulunduğumuz ortamla tıpa tıp aynıydı, uzun konuşmalar sonrası anlamsız utancımızla birbirimize bakamıyorduk. Saniyelik kaçamak bakışlarım hafızamı seninle dolduruyordu. Saniyeler yetmedi, her kaçamak bakış sonrası daha da özlüyordum seni. Parmaklarımı yanaklarında, saçlarında, dudaklarında dolaştırmaya başladığımdan beri moron gibi gülümsüyordum. Belinden kavradığım andan sonra kendime doğru çekmeme gerek kalmamıştı. Başın omzumda, nefes alış verişini boynumda hissettikçe doyumsuzluğum artıyordu. Saçlarımızı bozan esintiye tapar hale gelmem saniyemi almıştı, saçlarının kokusu tüm hücrelerime işlemişti. Her zaman akışını hissedişimde elini biraz daha sıkı tutuyordum. Saniyeler içinde parmak boğumlarını ezberlemiştim. Arada bir sigara paketinden bir tek çıkartıp yakıyordum. Birkaç nefes sonrası, yavaşça başınla okşuyordun omzumu. Yavaşça dudaklarına götürüp bırakıyordum sigarayı.

İlk öpücüğümüzün en beklenmedik, en mükemmel anlardan birini olacağını söylemiştim. Denizden oturduğumuz tarafa doğru süzülen martıları gözlüyordum. Yan yana süzülen bir çift martı geçiyordu.

“Martılara bak.” dedim.

Kafasını kaldırıp martıları izledikten sonra gülümseyerek gökyüzünü izlemeye koyulmuştu. Tam da tahmin ettiğim gibi, sürpriz bir doğum günü partisi gibi. Dudaklarım dudaklarına değdiği an iki eliyle birden tuttu. Baş parmaklarıyla sakallarımı bir kere okşayışı yaşadığım heyecanı tarif edilemez kılıyordu. Etrafımızda bulunan tüm varlıklar anlamlarını kaybetmişti. Koskoca dünyada sadece ikimiz varmışız gibi, tüm dünyayı tekrardan anlamlandırabilirmişiz gibi. Bir eli usulca enseme doğru gitti, saçlarımın arasında usulca dolaşıyordu.

“Hey! Nereye daldın böyle?”

“Dalmışım öyle.”

Anlamsız bir korku hissetmeye başlamıştım. Sigarayı dudaklarımın arasına koyduktan sonra kafamı geriye doğru atıp gökyüzünü izlemeye koyuldum.

“İlk tanıştığımızda kurduğumuz ilk hayali hatırlıyo musun?” dedim kısık bir sesle.
Birden martılar kapladı gökyüzünü. Yutkunduktan sonra kırık bir gülümseme oluştu dudaklarımda. Birkaç yarım kalmış hayale kapattım gözlerimi. Teninin kokusu doldurdu içimi, sigaramı çekti yavaşça.

“Senin sırandı, unuttum.” dedikten sonra saniyeler geçmeden dudaklarını hissettim dudaklarımda. Her şey yok oluyordu, anlamsızlaşıyordu. Yavaşça eğildi kulağıma.

“Her şeyi hatırlıyorum.” diye fısıldadı.
Gözlerimi gülümseyerek açtım, gitmişti. Gülümsemeye devam ediyordum. Gittiğinden beri sayılı gülümsemelerimden birini her seferinde elimden alan soruyu usulca fısıldadı sanki kulağıma. Neredeyse on aydır kafamın içinde dönüp duran soru sesine kavuşmuştu.

“Neden terk ettin?”

20 Mayıs 2014 Salı

İyi ki doğmuşsun

Seni tanıdığımdan beri büyük bir varlık içinde hissettiğim bir yokluğun silik ayak izlerini takip ediyorum. Sana dokunamadığım zamanlar ılık bir bahar sonu esintisi kesik kesik yol gösteriyor, göz kapaklarımdan sakallarıma kesik kesik sürtetek zifiri karanlıkta yol bulmamı sağlıyor. Tıpkı annenin yeni doğmuş evladına dokunuşu gibi; şefkat kokan, kapalı gözlerle ilk yolculuğuna çıkmasına yardımcı olan. Teninin kokusunu alamadığım zamanlar yazın kavuşma heyecanı esanslı kokusu vermiş olduğum tüm kararlarımı birleştiriyor, zor kararlarıma kesişen her yolda doğru yönde yönlendirmeyi başarabiliyor. Tıpkı sana karşı attığım ilk adımlarımda her düşüşümde elimden tuttuğun gibi; sabrın atılan adımlarla değil atılamayan adımlarla güçlendirdiğini hatırlatan, adımları güçlendiren şeyin umudumuz olduğunu anlatan.

Güzel olduğu kadar garipti her şey. Sonunu bilmediğimiz bir yolda son sürat gidiyor gibiydik, ellerimiz bir. Zamana dokunabilecek kadar hızlıydık. İstediğimiz yerde, istediğimiz an bulunabileceğimizi bilmemize rağmen önümüze çıkacak düz bir duvara aldırmaz gibiydik. En azından ben öyleydim. Annem hep düz bir duvara toslayacağımı söyler, her söyleyişinde de aklıma sen gelirsin. Seninle yol alacağımı düşünürken tosladığım duvarın sen olduğunu anlamam 8 ayımı aldı. Ne kırgındım sana, ne de kızgın. Beni bulduğun zaman içinde olduğum amaçsızlık ve boşlukta kaybolmuşluk duygusu o kadar farklı ki artık. Ümidim azaldıkça kelimelerim azalıyor, tat alamıyorum, içten içe ölüyorum. Yanlış anlama sakın, gelmeyeceğini biliyordum fakat bana bir cevap borçlu olduğunu anlamayacak kadar uzaklaştığını bilmiyordum. Senin canın sağolsun, iyi ki doğmuşsun.