Üzerimizden bir sene geçti, hatta
daha fazlası. Beni benimle bıraktığından beri aynı kalmasını istediğim çoğu
şeyi silmek zorunda kaldım. Başlarda yanlış başladım sanırım çünkü ilk olarak
hayallerimizi silmeye kalkıştım, onca emeğinle ortaya çıkardığın bir eserin
gözlerinin önünde bir anda yerle bir edildiğini, öldürüldüğünü düşün. Yıkıldım,
kanadım, başlarda altından kalkamadım. Tek yaşıyordum o zamanlarda, anlatacak
da pek bir kimsem yoktu. Anlatmaya çalıştım, beceremedim. Kimsenin beni
anlamadığını düşünmüştüm, etrafımda da kendimden başka kimseyi koymadım. Senden
bana kalan eşyan bile yoktu, bir şarkı bırakmıştın arkanda. Kafamın düşmemesi
için uğraştığım kadar kendimi düzeltmeye uğraşmıyordum. Düzeltilecek bir
durumum olduğunu anlamam birkaç ayımı almıştı, o zamana kadar bomboştum. Ne bir
hayalim kalmıştı, ne de bir amacım vardı. Kendimden kaybedeceğim bir şey
kalmayana kadar tükettim kendimi, ta ki kaybettiklerimin değerini anlayana
kadar. Kendimden kaybettiklerimi birer birer kazanmaya çalışıyordum, her
kazandığımı ertesi bir uğraşta kaybediyordum. Ucu bucağı olmayan bir uğraştı,
yoruyordu. Yoruldukça ter kan içinde uyanıyordum geceleri, git gide arttı o
gecelerin sayısı. Kışın en sert geçtiği zamanlara denk geldi o geceler,
oturduğum ev dışardan daha soğuktu. Herkes hayatında bir kere kendini öldürmeyi
düşünmüştür, ben çoktan öldüğümü düşünüyordum. Halıyı parkeyi kirletmeye gerek
yok diyerek ufaktan da güldürüyordum kendimi. Biraz da olsa canlanmak istedim,
o boş gülüşler bile sana ulaşma amacımla doluyordu. Gelirsin diye atmaya
çalıştım ölü toprağı üstümden, sen gelene kadar sığınacağım bir yer inşa ettim.
Uzun ve geniş binalar hep üzmüştür beni, tek kararla onlarca kat bomboş kalır.
Yalnızlık ve toz kokar, onlarca insan gelse de dolduramaz oradaki boşluğu. Sen
kokuyordu içimdeki o bina, her koridorda bir hayalimiz ölmüştü. İkimiz
doldurabiliyorduk orayı, sıcacık oluyordu tüm odalar. İkimiz birlikte dünyalara
sahip olabilirdik, iyi ki de olmamışız. O dünyalarda sensiz yaşamayı geçtim,
onları sensiz yıkmayı bile başaramazdım. İlk kez sensiz bir şeyler yaptım
kendim için, amacım da sendin. Çarpık oldu, çatısı damlatıyor, otobüse yarım
saat yürüme mesafesi var ama sensiz ısınmayı başardım.
Naber?
5 Kasım 2014 Çarşamba
3 Kasım 2014 Pazartesi
1.1
Nasıl
devrildiğimi hatırlayamıyordum fakat gözlerimi açabildiğimde hafızamın büyük
bir kısmı yerine gelmişti. Bağımlılık yaratan gözleriyle beni inceliyordu.
“İyi misin?”
“Bilmem, iyi
miyim?” tam da insanların akşam eğlencesi olduğumu düşünürken, etrafımda olan
biteni ufak bir göz gezdirmesiyle yorumlamıştım. Eğlenmişler gibi gözükmüyordu,
endişeli bakışlar vardı. Sanırım düşerken kafamı o gereksiz tümseklerden birine
vurmuştum. Kafamı ona tekrar çevirdiğimde aynı gülümsemeyle tekrar
karşılaşmıştım. Biraz utancımın verdiği toparlama çabasıyla, biraz da başımın
arka tarafındaki acının verdiği anlamsız gazla yerimden doğrulmaya başladım.
“İstersen
biraz otur orda evladım, direk kalkma bak başın döner düşersin.” dedi yaşlı bir
teyze. Kafamı ona çevirdiğimde anneannemle olan bire bir benzerliği biraz
korkutmuştu. Kafamı halüsinasyon görecek kadar sert vurduğumu sanıp biraz da
olsa strese girmiştim fakat teyze git gide farklı bir insana dönüşüyordu.
“İyiyim
teyze, teşekkür ederim.” iyi değildim, her geçen saniye başımın arkasındaki
ağrı artıyordu ve başımın her yerine bir virüs gibi yayılıyordu.
“Bence de
biraz otursan iyi olur.” çantasından çıkardığı pet şişeyi uzattı. Suratına
aptal aptal baktım. Beynimdeki tüm düşüncelerim onunla olan herhangi bir
etkileşimimde yok oluyordu.
“Merak etme,
herhangi bir hastalığım yok ama biraz ruj izi olabilir.” dedi gülümseyerek.
“Sorun
olmaz, teşekkür ederim.” gülümsemesine karşılık verdim. Bir yudum su aldıktan
sonra, sanki basit bir şekilde düşmüşüm gibi ani bir hareketle yerimden
doğruldum. Şişenin ağzını kapatırken kısa biz göz teması sonrası gülümsememi
kaybetmeden:
“Tekrardan
teşekkür ederim.”
“Rica
ederim.” dedi yanakları kızarmış bir şekilde. Sanırım şişeyi ona verirken
gerçekleşen ufak parmak temasları yüzündendi. Başımı çarpmanın yarattığı bir
şey de olabilirdi, kurguluyor da olabilirdim.
“Rujunun
tadı güzelmiş, kolalı mıydı?” bunu dediğime kendim bile inanamadım. Bu cümleyi
ergenlik zamanlarımdan çıkartan bilinçaltıma güzel bir küfür armağan ettim.
Normalde söyleyeceğim şeyi söylemeden hemen önce, ufak bir zaman dilimi
içerisinde değerlendirip öyle söylerim. Bunu yapmamın en büyük sebebiyse
babamın bana küçükken verdiği öğütlerdi. Fakat aldığım darbe yüzünden olsa
gerek, bu özelliğimi kaybetmiştim.
“Evet
kolalıydı.” dedi gülerek. Açıkçası şaşırtıcı bir sonuçtu.
“Aslında ruj
değil, parlatıcı. Normalde sürmem.”
“Şanslıymışım
çünkü güzel bir aroması vardı.” bilinçaltım kontrolü ele almaya başlıyordu.
Söyleyeceğim şeyi biliyordum fakat ağzımdan çıkması benim tercihimde değildi.
“Neden
sürdün peki?” beni ilgilendirmeyen şeyleri sormaya başlamıştım ve benim açımdan
korkutucu bir hal almaya başlamıştı.
“Farklılık
olsun diye sürmüştüm. Ama sana kısmetmiş.”
“Dolaylı
yollardan da olsa…” kendimi susturmuştum çünkü yüzümdeki kızarıklığı sakallarım
kamufle ederken, kulaklarım için aynı şeyi söylemek çok zordu. Nar gibi
kızardıklarını hissedebiliyordum. Kendimi çıplak bir halde baş aşağı kuma
gömülüp öylece bırakılmış biri gibi hissediyordum.
“Kafanı
vurmadan önce de bu kadar komik miydin?”
“Şu an nasıl
hissettiğimi anlatsam sanırım sen de yuvarlanıp kafanı bir yere vurabilirsin.”
şimdi sıçtım.
“Kulaklarından
az çok belli oluyor.” dedi gözleriyle kulaklarımı işaret ederken. Sebebini
sormadığı için sevinmiştim. Sorsaydı sanırım o muhabbetin olasılıklarındaki en
büyük paya ‘kasıklara tekme’ sahip olurdu.
“Ben R.”
dedim elimi uzatarak. Önce elime, sonra da gözlerime baktı.
“Ben de Ada,
memnun oldum R.”
“Nerede
ineceksin?”
“Mecidiyeköy,
sen?”
“Ben de orda
ineceğim.”
“Şey
diyecektim, böyle kuru kuruya teşekkür etmek içime sinmedi. Müsaitsen yani
biraz zamanın varsa bir kahve ısmarlamak isterim.”
“Seni pek
tanımıyorum. Hem çoğu insanın yapacağı şeyi yaptım, basit bir teşekkür de
yeterli oldu.” dedi hafif bir gülümsemeyle.
“Utanınca
kulaklarımın kızardığını biliyorsun.” baya ucuz bir ikna cümlesi de olsa elimde
olanı en iyi şekilde kullanmaya çalışıyordum.
“Sen de beni
tanımıyorsun.” biraz ciddileşmiş gibiydi.
“Nadir
olarak kolalı parlatıcı kullandığını biliyorum.” normalde ısrarcı biri
olmadığımı biliyordum. Söylediklerimin büyük bir kısmı benden bağımsız şeyler
olduğu için bilinçaltımda ‘cılkını çıkarma’ kalıbının yer almadığını son
söylediğim şeyden sonra fark etmiştim.
Başını aşağı
doğru eğmişti. Saçlarının bir kısmını sol kulağının arkasında toplarken ufak
bir gülümseme belirmişti yüzünde. Dikkati dağılmışken gülümseyişini izlemek
uyuşturucu etkisi yaratıyordu. Bana doğru dönüp:
“Bu akşam
maalesef vaktim yok.”
“Anladım.”
moralim normalden biraz daha fazla bozulmuştu. Sokaktan geçen herhangi biri
bunu rahatlıkla anlayabilirdi, onun da anlaması fazla zaman almamıştı.
“Ama…” dedi
ellerine baktıktan sonra,
“Yarın tüm
gün boşum. Yarın Çarşamba, değil mi?”
“Değilse
bile oldururum.” dedim gülerek.
“Her
Çarşamba evde çello pratiği yapıyorum. Bir zaman sonra monotonlaşmaya başlıyor
ve doğal olarak insanı bunaltıyor, her ne kadar sevdiğin bir şeyi yapsan da.”
“Anlayabiliyorum.
Ben bile boş günlerimde bilgisayar oynamaktan sıkılıyorum.”
‘Şişli-Mecidiyeköy’
Çantamı
yerden aldıktan sonra hafif bir göz kararması yaşadım. Başımı çarpmamla bir
alakası yoktu, çoğu zaman olan bir şeydi ama bir süre dengemi sağlamakta
zorlandım.
“İyi misin
sen?”
“İyiyim,
sanırım tansiyonum düştü biraz.”
İndikten
sonra sırtını ve bir ayağını billboardlara yaslayıp:
“Şimdi bana
numaranı veriyorsun, yarın da beni monotonluğumdan kurtarıyorsun sevgili R.”
“Tamamdır.”
sürekli gülümsüyordum, istemsiz bir
şekilde ya da o bir şey söyledikten sonra.
“Mesaj
attım, numaramı kaydedersin.”
Sanırım birkaç dakikadır orada duruyordum.
Uykuya dalmadan önce bile böylesine yoğun hayallere dalmamıştım. Zaman kavramım
tamamen yok olmuştu. Olaylar birbirine karışmıştı, her şey birbirine
karışmıştı.
“R, iyi misin?” yüzünde meraklı ve
biraz tırsmış bir ifade vardı çünkü birkaç dakikadır gözlerinin içine bakar
haldeydim ve hayaller dünyasındayken bunu fark etmem baya zordu. Onunla
geçirdiğim sınırlı zamanımın her saniyesi gözlerimin önünden bir kez daha
geçmişti.
“Kendini tanımaya mı çalışıyordun?”
dedi gülerek.
“Anlamadım?” en son ne dediğimi
unutmuştum.
“İyi hissetmiyorsan aileni arayalım.
Başını baya sağlam çarptın. Beş dakika önce söylediğin şeyi bile
hatırlayamıyorsun.”
“Bundan beş dakika öncesini
hatırlayamamam gülüşünü de hatırlayamadığım anlamına gelmez, biliyorsun değil
mi?” neden ve hangi amaçla bu soruyu yönelttiğimi bilinçaltıma sormaya
kalkarsam tekrar düşüncelere dalacağımı bildiğimden sadece söylediğim şeyden
sonra yüzünde oluşan gülümsemeye odaklandım.
“Çok güzel güldüğünü söyleyen olmuş
muydu?” ne kadar fazla sorgusuz bilinçaltı kullanımı, o kadar az ruhani
yolculuk.
“İyi geceler.” yine aynı şeyi
yapmıştı, saçlarını sol kulağının arkasında toplarken gülümsemişti. Kısa bir
süre içerisinde üzerimde garip bir etki bırakmıştı.
Tek kelime edememiştim. Ağzım açıktı
fakat dilim dönmek bilmedi. Onu izlemekten daha zevkli bir şey varsa, o da
onunla konuşmaktı. Neden bir şey diyemediğimi ilk seferinde
anlamlandıramamıştım fakat kendimi ona kaptırmış bir haldeyken yakaladığımda
bazı parçalar yerine oturmaya başlamıştı; onu istiyordum. Sadece o anda takip
ettiğim kalçalarını, yürürken attığı adımlarının mükemmeliyetini değil;
tamamıyla, her şeyiyle istiyordum. Rüzgarın saçlarını gelişigüzel dağıtışını,
geceleri rüyasında neleri sayıkladığını, ilk kez hangi filmi izlerken
ağladığını, en büyük hayal kırıklığının ne olduğunu, şaka gibi ama sabah
gözlerini ilk kez açtığındaki kokusunu bile merak ediyordum. Bir sigara
yaktıktan sonra elimi cebime atıp gelen mesajı okumaya koyuldum. Saat 12’de
Taksim’de buluşacaktık.
2 Kasım 2014 Pazar
1
Düşüncelerimi toparlayamıyorum. Hayallerim, duygularım,
arzularım bir olup saldırıyor düşüncelerime, beynimde tam anlamıyla bir katliam
süregeliyor. Kafamı dağıtma eylemlerimse, çoğunlukla kendimden kaçmam için
yarattığım mini hikaye tadında yalanlarla başlıyor. Ne kadar acınası bir durum…
Ne zaman başladığını tam olarak hatırlayamıyorum fakat beynimi kemiren asıl
şey, bu saçmalığın ne zaman biteceği.
Bugün tam
olarak istediğim fiziki özelliklere sahip bir kadınla, biraz da olsa konuşma
fırsatım oldu. Siyah olması gereken saçları kızıldı, gözlerinin yeşili öylesine
canlıydı ki, eğer bir cennet varsa, içindeki her şey o tonda olmalıydı.
Dudakları ne ince, ne de kalındı. Fakat bu sıradanlığı dudaklarının
göğüsleriyle olan uyumu yok ediyordu. Göğüsleri dudaklarından diriydi, öylesine
mükemmel bir orantı sağlanmıştı ki bakmaktan onlara dokunmayı düşünmeye vaktim
olmamıştı. Göğüslerinin arasında kalan kolyenin taşıdığı anlamı sorabilmem için
kolyeye iliştirilmiş şeyi görebilmem lazımdı fakat tahmin edilebileceği gibi
bir çift simetri harikası göğüs tarafından esir alınmıştı. Fit birine
benziyordu. Bu düşünce aklımda kısa bir yol kat ettikten sonra t-shirt’ünün alt
kısmına attığı bir düğüm düşüncemi doğrulamış oldu. Giydiği kot şortun biraz
düşük belli olmasından kaynaklı, iyice belirginleşen vücut hatları usta bir
ressamın fırçasından çıkmaydı. Tüm ince ayrıntılarını ezberletecek bir cazibesi
vardı. Bacakları pürüzsüz, göğüsleri kadar düzgün ve simetrikti. Dudaklarını
her yalayışında benimkiler biraz daha kuruyordu. Tesadüfi olarak alnından akan bir
damla ter, boynundan göğüs kıvrımlarına doğru düzgün bir yol aldı. Göğüslerinin
arasından sıyrılmayı başararak kasıklarına doğru yoluna emin bir şekilde devam
ediyordu, ta ki o parmak uçlarıyla hafif bir müdahalede bulununcaya kadar. O
damlanın aldığı yolu izlemek sanırım izlediğim çoğu şeyden binlerce kez daha
güzeldi. Müdahaleden hemen sonra gözleriyle baş başa bırakmıştı beni. Kendimi
kaybetmem saniye sürmedi, bir şeyler söylemezsem dudaklarına kıyma ihtimalim
bile, yerimde olacak herhangi bir kimseyi tahrik etmeye yeterdi. Utancımdan
kafam yavaşça yere doğru eğilirken, gözlerim bir saniyeliğine de olsa tekrardan
göğüslerine takılmıştı. Saniyeler akarken bir şeyler düşündüm fakat kafamı
kaldırmamla beraber kurulan ani göz teması beynimde adeta yeni bir tür katliama
sebep oldu. Gülümseyişi cazibesinden dolayı mı güzel geliyordu yoksa başka bir
sebebi mi vardı, artık ayırt edemiyordum.
“Kendini
tanıyor musun?” diyebildim kısık bir sesle.
“Bilmiyorum.”
Şaşırmış gibiydi. Onu bir yere davet edeceğimi sandığından mı, hayatı boyunca
böyle bir soruyla karşı karşıya kalmadığından mı yoksa nasıl bir geri zekalı
olduğumu düşündüğünden mi anlayamadım ilk seferinde. On beş dakika öncesine,
onunla ilk konuşmamızın beş dakika öncesine dönmüştüm. Aynı metrobüs durağından
yola çıkmıştık ve tahmin edilebileceği gibi oturacak yer kalmamıştı. Körüklü
kısımda iki kişinin sığabileceği yer vardı. Yere yuvarlanıp insanların akşam
eğlencesi olma fikri bile, ensemden şaplak yemişe çevirdiği için adımlarımı her
seferinde yavaş yavaş atıyordum. Sigaramı söndürme, içimdeki dumanı üfleme,
parmaklarımda çevirdiğim çakmağımı cebime koyma ve yavaş adım atma olaylarında
geçirdiğim saniyeler yüzünden çoğu zaman oturma şansımı kaybetmişimdir.
Yetişmeye çalıştığım(!) derslerin ilk on dakikasını sırf bu tarz şeylerden
kaçırıyordum. Bir bakıma istemeden ritüelim haline gelmişti.
Adımlarımı
yavaş yavaş atarken iki veya üç defa göz göze gelmiştik. Yabancısı olmadığım
fakat elimden geldiğince bastırmaya çalıştığım ‘Güzel bir kadının yanına
gidiyorum.’ düşüncesi kesinlikle bilinçaltımın bir ürünüydü. Sırt çantamın sol
askısını çıkartıp, çantamı yavaşça bacaklarımın arasına bıraktım. Çok kısa bir
süre içinde on kilo kaybettiğimden dolayı pantolonum sürekli aşağı düşüyordu.
Kilo vermenin kötü taraflarını açıkçası önceki zamanlarımda hiç düşünmemiştim. Yukarı
çekip, sabit durmama rağmen metrobüsün girip çıktığı ufak çukurlar yüzünden
pantolonumu tekrar tekrar çekmem gerekiyordu. Kulağımdaki kulaklığı ve yanında
durduğum kadını bir anlığını unutup okkalı bir küfür mırıldandım. Telefonumu pantolonumun
cebinden çıkarırken, pantolonumu tekrardan yukarı çekeceğimi hatırlamak beni
anlamsız bir şekilde çileden çıkarmaya yetmişti. Saate bakmak için kafamı
metrobüsün durakları gösteren ekranına çevirdiğimde gözüm ona çarpmadan
edemedi.
Başı hafif
aşağı doğru eğikti, gülümsüyordu. Gözümün ona çarptığını fark ettikten kısa bir
süre sonra utanıp kafamı çevirdiğimden, ilk göz çarpmasında gülüşünü
izleyememiştim. Gülümseyişini gördükten sonra istemsiz olarak bir gülümseme
düşmüştü ağzımın en orta yerine. Gülümsememi gördükten hemen sonra başka yöne
baktı, saçlarını düzeltişinden biraz da olsa utandığını anlamıştım. Ya da öyle
sanıyordum.
Yüzümdeki
gülümse zamanla silinirken, cebimden zar zor çıkardığım telefonumdan genelde
kitap okurken dinlediğim şarkıları içeren çalma listesini açtım. Telefonumu
dikkatli bir şekilde cebime koyduktan sonra pantolonumu, bu defa içimden
küfrederek, bir kez daha düzelttim. Kafamı ona doğru kasıtlı olarak çevirip ne
yaptığına baktım. Gülümsüyordu, sanki her gülümsediğinde bu olayı mükemmeliyete
bir adım daha yaklaştırıyordu. Tekrardan anlamsız bir duygu kargaşası içinde
kaybolurken, mesajlaştığını fark etmem zaman almıştı. Çantama eğilip yeni
aldığım ve garipsemediğim bir hevesle okuduğum Yüzüklerin Efendisi serisinin
ilk kitabını çıkardım. Tam doğrulurken metrobüsün yaptığı ani bir frenle
yanımda bulunan, güzel gülüşlü hatunun ayaklarına devrildim.
19 Ağustos 2014 Salı
Hep sana, hala sana
Sonunda çözdüm kafamı, kendimi. İçimde seninle büyüyen çocuk konuştu seninle beraber. Yine gittin fakat kırgın değilim bu sefer sana. Bu sefer huzur bıraktın arkanda. Bugün uzun zamandır içime çekmediğim yaz gibi koktuğunu farkettim, o çocuğun bebeklik kokusunu aldım. Hiç koklayamadığım tenini rüzgarlara kattığını farkettiğimde bir kez daha aşık oldum sana. Heyecanlanmadım beni hatırladığında, yüzümde aptal bi gülümseme vardı sadece. Hani bi labirenttesindir, çıkışa çok yakınsındır fakat aranda tek bi duvar vardır ve düşündükçe o çocuğun ilk aşk heyecanı dolar damarlarına. Unutmamamı istedin benden, bana aşkını tekrardan belirtmen kadar güzeldi. Koca bi sene boyunca sensiz aldığım her nefesin, attığım her adımın, senin için kendimi her siper edişimde içime dolan arpa tanesinden küçük umudun boşa olmadığını biliyodum. Sana defalarca aşık olmamın sebebi de bu, tek bir kelimen yeniden doğmuşum gibi hissettiriyo. Seninle beraber olsak elde edeceğim güçle dünyaları ayağına serebilecek güce erişebilecekken, en ufak kelimenle dünyamı bana verişin seni bekleyeceğim soğuk günlerin güneşi oluyo. Yüzümdeki gülümsemeyi unutan insanlara gülümseme sebebimin sen olduğunu anlattıkça gururlanıyorum. İçimde sensiz büyüttüğüm çocuğa seni anlatıyorum adeta. Ve o çocuk seni tanımadan kokunu arıyo kabuslarında, tenini arıyo zor zamanlarında. Eskiden zorlardı beni, güç veriyosan neden beraber hayata meydan okumuyormuşuz. Sinirlenirdim o zamanlar fakat şimdi anlıyorum sebebini. Bize zarar verebilme düşüncenden bahsettiğimde, artık gülümsemesi huzurla dolduruyor içimi. Artık anlıyorum insanların neden mutluluktan ağladıklarını. İçinde büyüttükleri bi tarafı eksik çocuklarının gülümsemelerine anlam veremedikleri için. Bugün huzurla uyuyacağız ikimiz de. Gelmesen bile içimizdeki gülümsemeye bir kibrit çaktığın için. Seni arayacak ellerimiz fakat soğuk kalmayacak artık. Seni arayacak gözlerimiz fakat boş kaldıkça dolmayacak, yüreğin gibi parlayacak. Kalplerimiz boş kalmayacak, hep seni bekleyecek.
7 Temmuz 2014 Pazartesi
Başladığım yeri hep unuttum. Şarkıları tekrar açtım, tekrar
bir sigara yaktım. Seni her çözmeye çalıştığım zaman kendimle anlamsız bir
savaşın içinde buldum kendimi, başını unuttuğum her şarkı gibi bir başka zamana
erteledim. Sonsuzluğunu göremememin yarattığı geçici körlükler
ertelediğim savaşları kaybettiğimi görmemi engelliyordu. İçimde her gün gebe kalan
mutsuzluğumun içinde çırpınışlarımı sanki duyuyormuşsun gibi, üstü tozlu kalmış
anılarımızın içinden çekip çıkarmayı başarıyordun o bucaksız bataklıktan. Gülümsemen
yüzümden eksik olmuyordu. Zaman yavaşladıkça, zihnimin labirentlerinde
kayboldukça, kurtulma çabasıyla tutunduğum dalların bir bir kırıldığını fark
edemeyecek kadar bencilleşmiştim. Ruhumun en çorak arazisine dikmeyi
başardığımız bir fidan sensiz büyüdü, çiçek açtı. Sensiz her gölgesine oturmaya
gittiğimde gözlerimin her kapanışında farklı bir çaresizliğe uyandım, farklı
bir dalı kopardım sana biraz daha tutunabilmek için. Ölmüş bir bedene
bakıyormuşum gibi, boğazım düğümleniyor. Kelimelerim öncekinden daha yetersiz
geliyor. Uzanabildiğim her dalı kırıyorum, her ruhu son damlasına kadar
sömürüyorum artık. Elime geçen en ufak bir göz parıltısını tüm hayal
kırıklarımın içinde boğuyorum. Günahlarım her gece ciğerlerimi doldurup beni
boğana kadar devam ediyorum. Hiçbir şey olmamış gibi uyanıyorum, ve her gece
tekrar ölene kadar sana tutunmaya çalışıyorum.
4 Haziran 2014 Çarşamba
“Neden?”
Her şey mükemmeldi. Güneş sanki son
kez batıyormuşçasına kızıllığında boğmuştu denizi. Tatlı bir esinti vardı
saçlarımızı dağıtan. Üstümüzde yükselen palmiye ağaçları son rötuşu yapıp
mükemmelleştiriyordu her şeyi. Her saçım bozulduğunda somurtarak söylenip,
usanmadan düzeltiyordum saçlarımı. Yanında somurtmak en büyük günahlardan biri
olmalı. Her saçını düzeltişindeki gülümseyişin gözlerimi senden alamamama sebep
oluyordu. Gözüm kazara çarpsa bile utanıp gülümsüyordun. Birandan aldığın
yudumlardan sonra rastgele olarak dudaklarını yalaman güldürüyordu beni. Tıpkı
her saçını düzeltirken olduğu gibi, her dudağını yalayışında, her gözüm
çarptığında sana biraz daha aşık oluyordum.
“Neden derken?”
“Neden terk ettin, hatırlıyo musun?”
“Teknik olarak terk etmedim seni.” dedi,
hafif alaycı bakışıyla gülümserken. Gülümseyişi ilk tanıştığımızda kurduğumuz
hayallere götürdü beni. İçinde bulunduğumuz ortamla tıpa tıp aynıydı, uzun
konuşmalar sonrası anlamsız utancımızla birbirimize bakamıyorduk. Saniyelik
kaçamak bakışlarım hafızamı seninle dolduruyordu. Saniyeler yetmedi, her
kaçamak bakış sonrası daha da özlüyordum seni. Parmaklarımı yanaklarında,
saçlarında, dudaklarında dolaştırmaya başladığımdan beri moron gibi
gülümsüyordum. Belinden kavradığım andan sonra kendime doğru çekmeme gerek
kalmamıştı. Başın omzumda, nefes alış verişini boynumda hissettikçe
doyumsuzluğum artıyordu. Saçlarımızı bozan esintiye tapar hale gelmem saniyemi
almıştı, saçlarının kokusu tüm hücrelerime işlemişti. Her zaman akışını
hissedişimde elini biraz daha sıkı tutuyordum. Saniyeler içinde parmak
boğumlarını ezberlemiştim. Arada bir sigara paketinden bir tek çıkartıp
yakıyordum. Birkaç nefes sonrası, yavaşça başınla okşuyordun omzumu. Yavaşça
dudaklarına götürüp bırakıyordum sigarayı.
İlk öpücüğümüzün en beklenmedik, en
mükemmel anlardan birini olacağını söylemiştim. Denizden oturduğumuz tarafa
doğru süzülen martıları gözlüyordum. Yan yana süzülen bir çift martı geçiyordu.
“Martılara bak.” dedim.
Kafasını kaldırıp martıları
izledikten sonra gülümseyerek gökyüzünü izlemeye koyulmuştu. Tam da tahmin
ettiğim gibi, sürpriz bir doğum günü partisi gibi. Dudaklarım dudaklarına
değdiği an iki eliyle birden tuttu. Baş parmaklarıyla sakallarımı bir kere
okşayışı yaşadığım heyecanı tarif edilemez kılıyordu. Etrafımızda bulunan tüm
varlıklar anlamlarını kaybetmişti. Koskoca dünyada sadece ikimiz varmışız gibi,
tüm dünyayı tekrardan anlamlandırabilirmişiz gibi. Bir eli usulca enseme doğru
gitti, saçlarımın arasında usulca dolaşıyordu.
“Hey! Nereye daldın böyle?”
“Dalmışım öyle.”
Anlamsız bir korku hissetmeye
başlamıştım. Sigarayı dudaklarımın arasına koyduktan sonra kafamı geriye doğru
atıp gökyüzünü izlemeye koyuldum.
“İlk tanıştığımızda kurduğumuz ilk
hayali hatırlıyo musun?” dedim kısık bir sesle.
Birden martılar kapladı gökyüzünü.
Yutkunduktan sonra kırık bir gülümseme oluştu dudaklarımda. Birkaç yarım kalmış
hayale kapattım gözlerimi. Teninin kokusu doldurdu içimi, sigaramı çekti
yavaşça.
“Senin sırandı, unuttum.” dedikten
sonra saniyeler geçmeden dudaklarını hissettim dudaklarımda. Her şey yok oluyordu,
anlamsızlaşıyordu. Yavaşça eğildi kulağıma.
“Her şeyi hatırlıyorum.” diye
fısıldadı.
Gözlerimi gülümseyerek açtım, gitmişti.
Gülümsemeye devam ediyordum. Gittiğinden beri sayılı gülümsemelerimden birini
her seferinde elimden alan soruyu usulca fısıldadı sanki kulağıma. Neredeyse on
aydır kafamın içinde dönüp duran soru sesine kavuşmuştu.
“Neden terk ettin?”
20 Mayıs 2014 Salı
İyi ki doğmuşsun
Seni tanıdığımdan beri büyük bir varlık içinde hissettiğim
bir yokluğun silik ayak izlerini takip ediyorum. Sana dokunamadığım zamanlar
ılık bir bahar sonu esintisi kesik kesik yol gösteriyor, göz kapaklarımdan
sakallarıma kesik kesik sürtetek zifiri karanlıkta yol bulmamı sağlıyor. Tıpkı
annenin yeni doğmuş evladına dokunuşu gibi; şefkat kokan, kapalı gözlerle ilk
yolculuğuna çıkmasına yardımcı olan. Teninin kokusunu alamadığım zamanlar yazın
kavuşma heyecanı esanslı kokusu vermiş olduğum tüm kararlarımı birleştiriyor,
zor kararlarıma kesişen her yolda doğru yönde yönlendirmeyi başarabiliyor.
Tıpkı sana karşı attığım ilk adımlarımda her düşüşümde elimden tuttuğun gibi;
sabrın atılan adımlarla değil atılamayan adımlarla güçlendirdiğini hatırlatan,
adımları güçlendiren şeyin umudumuz olduğunu anlatan.
Güzel olduğu kadar garipti her şey.
Sonunu bilmediğimiz bir yolda son sürat gidiyor gibiydik, ellerimiz bir. Zamana
dokunabilecek kadar hızlıydık. İstediğimiz yerde, istediğimiz an
bulunabileceğimizi bilmemize rağmen önümüze çıkacak düz bir duvara aldırmaz
gibiydik. En azından ben öyleydim. Annem hep düz bir duvara toslayacağımı
söyler, her söyleyişinde de aklıma sen gelirsin. Seninle yol alacağımı
düşünürken tosladığım duvarın sen olduğunu anlamam 8 ayımı aldı. Ne kırgındım
sana, ne de kızgın. Beni bulduğun zaman içinde olduğum amaçsızlık ve boşlukta
kaybolmuşluk duygusu o kadar farklı ki artık. Ümidim azaldıkça kelimelerim
azalıyor, tat alamıyorum, içten içe ölüyorum. Yanlış anlama sakın, gelmeyeceğini
biliyordum fakat bana bir cevap borçlu olduğunu anlamayacak kadar
uzaklaştığını bilmiyordum. Senin canın sağolsun, iyi ki doğmuşsun.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)