Nerden başlayacağımızı bilmeyişimizin verdiği belirsizliğin, ruhlarımıza indirdiği her acımasız darbe sonrası açtığı yaralar kadar derindi bağımlılık yaratmış gülümsemelerimiz. Ruhumuzu satıyorduk sonucunda elde etmek istediğimiz içten bir gülücük için. Güldüğümüz kadar ağlıyorduk yatağımızın soğuk tarafını omurgamızın en derininde hissettiğimiz o yalnızlık kokan rüyalar sonrasında. Bilincimizin her köşesine düşen hatıralarla orantılı yıldırımlar düşüyordu ellerimize, kalbimize, hücrelerimize. Yorulmuşluğun tanımını yeniden şekillendirebilecek kadar yetenekli, bir o kadar da bıkmışlık vardı gözlerimizde. Gözlerimizle beraber bağırıyorduk acımızı. Kulaklarımızı aşındırmış, tüm hüznüne rağmen mutluluğumuzu simgeleyen ve sarılıp öleceğimize dair ant içtiğimiz melodiler, sokakta gördüğümüz bir yabancının yüzü kadar unutulmuştu. Aklımın her köşesinde sessiz ağlayışlarını bana ispiyonlayan gözyaşlarının doğurduğu melodiler vardı. Unuttuğum rüyalarımın sebebiymişsin gibi unutturuyordun bana mutsuzluğunu, hesap edemiyordun unuttururken hatırlattığını. Çekip çıkarıyordum sanki seni her seferinde bulunduğun yalnızlığın içinden, aklıma getirdiğin o yeni doğmuş bir bebeğin koktuğu saflık gibi kokan melodilerde. Çekip çıkardığım kadar yalnızlığım artıyordu, yalnızlığım kadar içiyordum.
Koklayamadığım, öpemediğim, sarılamadığım, sevişemediğim, elinden tutamadığım, kulaklarını kelimelerimle doldurmadığım, tenine dokunamadığım, gözyaşlarını silemediğim kadar içiyorum.
12 Ekim 2013 Cumartesi
7 Ekim 2013 Pazartesi
Sımayıl biç
İki kez açtım gözlerimi hayata
Ölümsüzlüğü tattım sanki
Ölüp dirildikçe ruhum karardı
Tanıdığım tenler yabancıydı
Dokundukça kayboldum
Tanımadığım tenler kabustu
Çaresizçe çırpınışlarım
Gözlerimdeki ışık kadar sönüktü
Heyecanım kadar ölüydüm
Mutluluğum kadar anlamsızdım
Uykularım kadar plansızdım
Ölmeye bile mecalim yoktu
Tanıdığım sandığım dudaklar
Anlamsız gelmişti birkaç saatte
Bir anda yokolmuştu herşey
Sevdiğimiz tonlar sarmalarken bizi
Sana ulaşamamayı tatmıştım
Daha huylarını ezberlememişken
Herşey anlamsızdı herşey boştu
Hareket dahi edemiyordum
Kaybettiğim anılarımı buluyordum
İkimizin kefeni olacak şarkılarda
Hissetmiştim seni sanki
Yanlış tende, doğru zamandaydık
Atlamıştım detayları, olayları
Geçmişimi, insanları
Neyi aradığımı bilmiyordum
Eskisi gibiydi sanki herşey
Bilmediğim karanlık bir yoldu
İçimdeki anlamsız güvene sarıldım
Arkama dönüp baktım ilk defa
Sanki seni arıyormuş gibi
Ayaklarım gerideydi son notada
Aylarca tek ten, tek bir arayış sürdü
Şekillendirmeye çalıştım istemsiz
Nereye gittiğini bilmiyordum
Öptüm, okşadım, seviştim
Yabancıydı herşey, her bakış
Dinlediğim ilk şarkıydı sanki
Hissetmiş gibiydin beni
Bedeninden önce zihnini soydum
Dudaklarından önce seni yazdım
Kıvrımlarını değil bakışlarını özledim
Sanki bakmıştık birbirimize
Sanki öpüşmüştük önceden
Senin kadar anlamlı geldi herşey
Sorduğum sorular cevabıyla geldi
Aşkını da getirdin beraberinde
Seni tanımaya şansım yetmezdi
Şansını paylaştın ve de kalbini
Ölümsüzlüğü tattım sanki
Ölüp dirildikçe ruhum karardı
Tanıdığım tenler yabancıydı
Dokundukça kayboldum
Tanımadığım tenler kabustu
Çaresizçe çırpınışlarım
Gözlerimdeki ışık kadar sönüktü
Heyecanım kadar ölüydüm
Mutluluğum kadar anlamsızdım
Uykularım kadar plansızdım
Ölmeye bile mecalim yoktu
Tanıdığım sandığım dudaklar
Anlamsız gelmişti birkaç saatte
Bir anda yokolmuştu herşey
Sevdiğimiz tonlar sarmalarken bizi
Sana ulaşamamayı tatmıştım
Daha huylarını ezberlememişken
Herşey anlamsızdı herşey boştu
Hareket dahi edemiyordum
Kaybettiğim anılarımı buluyordum
İkimizin kefeni olacak şarkılarda
Hissetmiştim seni sanki
Yanlış tende, doğru zamandaydık
Atlamıştım detayları, olayları
Geçmişimi, insanları
Neyi aradığımı bilmiyordum
Eskisi gibiydi sanki herşey
Bilmediğim karanlık bir yoldu
İçimdeki anlamsız güvene sarıldım
Arkama dönüp baktım ilk defa
Sanki seni arıyormuş gibi
Ayaklarım gerideydi son notada
Aylarca tek ten, tek bir arayış sürdü
Şekillendirmeye çalıştım istemsiz
Nereye gittiğini bilmiyordum
Öptüm, okşadım, seviştim
Yabancıydı herşey, her bakış
Dinlediğim ilk şarkıydı sanki
Hissetmiş gibiydin beni
Bedeninden önce zihnini soydum
Dudaklarından önce seni yazdım
Kıvrımlarını değil bakışlarını özledim
Sanki bakmıştık birbirimize
Sanki öpüşmüştük önceden
Senin kadar anlamlı geldi herşey
Sorduğum sorular cevabıyla geldi
Aşkını da getirdin beraberinde
Seni tanımaya şansım yetmezdi
Şansını paylaştın ve de kalbini
28 Ağustos 2013 Çarşamba
Bir tek camel soft'un ve camel black'in değerinden fazla verilmiş dolumsuz gaz haznesi bulunan çakmakla yakılmasıyla başladı, ilk göz ağrısının ilk kelimesini sarfedişinden sonraki gözlerde okunan heyecan ve mutluluk kadar güzel bir mide kıpırtısı ve aradığını bulmuşluğun verdiği o garip hüznün katmerlediği tattıkça sonunun olduğu hayaline kapıldığımız fakat her tadımda sonunun gelmediğini farkedişimiz kadar çocuksu mutluluk. Farkına varamadığımız yalpalayan adımlarla yürüyen, mezesi asla yanımızdan eksik etmediğimiz bir kalıp süzme beyaz peyniri andıran sırrımız olan fakir ama mutlu rakı tadında aşk sarhoşluğumuza kapılmıştık belki. Sen aşkı aradığını farketmeden sunmuştum sana yalnız yattığın odana süzen sokak lambalarından daha ümit dolu uykuları.
Sözler tutuldukça daha derin kayboluşlarımız, tek arkadaşımız uyumadan önce gözlerimizi kapattığımız ve kalp kırıklığımızın yarattığı özlemin midemizin almadığı günlük ekmeklerin bıraktığı kırıntıların oluşturduğu son karanlık. Her uykusuzluk sebebi kan çanağı gözlerden akan yaş kadar seller dolu içimiz, keşfedilmesi ölümcül riskler kadar derin okyanuslarla doluyuz. Hayatımızın ikinci kadını olan şeye bakıyoruz her gece. Anlamını bilmediğimiz fakat hayallere, gözyaşlarına, gülümsemelere, çekilmez baş ağrılarına sürükleyen karanlığımıza sarılıp uyuyoruz. Sabaha bizi sağ salim ulaştıran karanlığımı aldatıyorum seninle. Gittiğim her yer beni seri katil hükmetmiş eski sevgili nefretiyle dolu, kaprakaranlık. Kapılardan daha açık kollar var. Gözlerini aç, ben yanında olacağım.
Sözler tutuldukça daha derin kayboluşlarımız, tek arkadaşımız uyumadan önce gözlerimizi kapattığımız ve kalp kırıklığımızın yarattığı özlemin midemizin almadığı günlük ekmeklerin bıraktığı kırıntıların oluşturduğu son karanlık. Her uykusuzluk sebebi kan çanağı gözlerden akan yaş kadar seller dolu içimiz, keşfedilmesi ölümcül riskler kadar derin okyanuslarla doluyuz. Hayatımızın ikinci kadını olan şeye bakıyoruz her gece. Anlamını bilmediğimiz fakat hayallere, gözyaşlarına, gülümsemelere, çekilmez baş ağrılarına sürükleyen karanlığımıza sarılıp uyuyoruz. Sabaha bizi sağ salim ulaştıran karanlığımı aldatıyorum seninle. Gittiğim her yer beni seri katil hükmetmiş eski sevgili nefretiyle dolu, kaprakaranlık. Kapılardan daha açık kollar var. Gözlerini aç, ben yanında olacağım.
22 Ağustos 2013 Perşembe
Merhaba, ben gidiyorum.
Merhaba daha gözlerini yoğun iş haftasının merakla beklenen
son gününe, Cuma gününe gözlerini açmamış ve tatlı uykusunun en güzel
demlerinde olan İstanbul insanları. Merhaba yüzyıllarca onlarca medeniyeti
ağırlamış gözyaşı, kan, mutluluk, ümit, hüzün kokan; ölüm ve yaşamın birleştiği
hayat kokan, soframıza koyduğumuz bir büyüğü hayat arkadaşına kavuşturan
balıkçı abilerimize ev olan, en sevdiğimiz şarkıların içinde dinledikçe daha çok dinleyesimizi getirip simitlere boğulan martıların seni beklerken amaçsızca sokaklarda dolaştığım gibi dolaştığı, belki bir şarkı sözünü, belki bir resim çizgisini, belki ilk belki son öpücükleri, belki küfredilen yeni bir güne açmaya zorlanan gözleri, belki yeni bir aşkı belki bitmiş bir aşkın ilk gününü, yakılan o "eşlik" sigarasını taşıyan vapurların en uzun soluklu sevgilisi zampara İstanbul
Boğazı. Merhaba milyonlarca insanın hayaline eşlik etmiş, senelerdir insanlara
yoldaşlık etmiş, gözü yaşlı annelerin son gözyaşını paylaşmış, hasretle
bekleyen sevgilinin gülümsemesiyle denizdeki güneşle kıpırdayan Haydarpaşa. Merhaba
tüten sigara dumanlarıyla kimi zaman neşeyle kimi zaman efkarla tokuşturduğumuz
biralarımızın şarkısı olmuş, kaybettiklerimizi andığımız Moda Sahil’de
kendimizi dalgaların arsızca ve hırsla vurduğu çerçöp kaynayan fakat yıllardır
oturduğumuz kayalar kadar yosun tutmuş hissettiren, yalpalayarak attığımız
adımlarda dostlarımızın sigara külü gibi uçup yuvarlandıktan sonra kimi zaman
düşüp güldüğümüz kimi zaman bir kaldırım taşına oturup bir sigara daha yakıp
gözyaşı olup dert döktüren Kadıköy. Merhaba bitmeyecek direnişimizde bize kucak
açıp, “Artık bir evim daha var.” dedirten kimi zaman kan revan kimi zaman halaylarla dolu, tüm renkleri, tüm insanları, tüm duyguları içinde bulundurup gecenin son karanlığına kadar misafirperverliğinden ödün vermeyen, Roma İmparatorluğu konulu filmlerdeki galibiyet sonrası kutlamaları kıskandıracak alkol şelalelerinin kana kana içildiği, "İstanbul'da görülecek ilk yer." ününü senelerdir elinde tutmuş yılların eskitemediği güzelliği olan bazılarımızın ilk aşkı olan Taksim sokakları.
Günaydın güzel yurdumun istisnasız uykusuz insanlar. Günaydın İstanbul, günaydın Ankara, günaydın İzmir ve geriye kalan yazmaya hafızamın yetmediği 78 güzel şehrim, uykusuz isyankar insanlarım.
Elveda Ataköy.
28 Temmuz 2013 Pazar
...Ve iki insan şarkılarda buluştu.
Güneşli bir yaz günü, ne kadar garip. Yarım yamalak yapılmış bir akşamüstü kahvaltısı, biraz domates, biraz peynir ve bir bardak kahve. Şampiyonların kahvaltısı. 10 saatlik uyku sonrası isteksizce atılan adımlar kadar canlıyız, yatağımızın soğuk tarafı bile alınmış elimizden. Tarafını seçtiğimiz karanlığın uğultusundan daha da karanlık geceler, karanlık rüyalar. Ölümün soğukluğundan daha da soğuk sular, aklımızın yaratıp da reddettiği derin sularda çırpınışlarımız... Ve iki insan buluştu o sularda.
Heyecanlı bekleyişlere gebe kaldı iki insan. Soğuk bir İstanbul gününde, boğazda süzülen tek bir martı kadar ilgi çekiciydi midemizdeki karıncalanmalar. Yer değiştirdik sırasıyla, birimiz martı oldu birimiz balık. Birbirimizin ağzından ölümü tatmak kadar aşk kokuyordu bedenlerimiz. Salınıyorduk yüzeyde, bekliyorduk çaresizce. Yüzünüze vuran Kadıköy Rıhtım fırtınası kadar acımasızdık, soğuktuk. Büyük balık olduk, içimize attık doymadık. Yaşamak için öldürmüyorduk artık, yaşamak için ölüyorduk. Ölümü ağlattık, sırrımıza kattık... Ve iki insan buluştu kelimelerin İstiklal Caddesi'nde.
Alkoliktik belki ikimiz de, şerefe demedik asla. Ayrı masalarda kaldırıp sağlığımıza yudumladık belki rakılarımızı. Köfte ve patates olmadık, rakı ve balık olduk. Ayrı sofralarda güldük belki ortak olan talihsiz kaderimize, belki de dost omzunda ağladık habersiz mutluluğumuzu doğuran derin ümitsizliğimize. Düşüncelerine habersiz eşlik eden sigaran gibiydim, notalarında yaşadığım boşluğun içinde içime düşen ümit ışığım kadar güzeldin hayallerimde... Ve iki insan buluştu rakının ilk kadehinde.
Dumanını içine çektiğimiz tek sigaraların dallanan ve süzülen dumanları gibi apayrıydık. Kim bilebilirdi aynı yerde bulunduğumuzu, nefesimizi paylaştığımızı, aynı ciğere dolup aynı nefeste tükendiğimizi. Aynı şarkının farklı notalarına sarıldık, asla bilemedik, farkedemedik aynı şarkıda ağladığımızı, güldüğümüzü, sevdiğimizi. Ben senin zihnini soydum, öpüştük, sarıldık, seviştik saatlerce. Anlattık, dinledik günlerce. Aynı ciğerde, aynı şarkıda, aynı gözyaşında, aynı gülücüklerde bulunduğumuzu öğrendik. Birbirimize sarıldık, notalar sarıldı, ciğerler nefessiz kaldı, gözyaşları bir oldu, gülücükler şenlendi sanki aynı yola çıkıp kefenimiz olacaklarmış gibi... Ve iki insan buluştu ölümün son nefesinde.
2 gün 2 gece süren muhabbetler, titrek eller, ürkek kalpler, yorgun bedenler, yabancılaşmış tenler ve saatlerce süren tek bir sır, kulaklardan asla gitmeyecek. İki cümlenin arasındaki saniyelerin yıllar olduğu konuşmalar. Tek bir şarkının ilk dinlenişte ezberlenmesi kadar boştu belki içimiz. Belki de o kadar sahip ve muhtaçtık birbirimize. İki ihtimalin bir bütün oluşturduğu bir dünya kuruldu, ters bir ev kadar garipti. Çabuk uyanabilmek için sağ tarafa dönüp yattık, kulağım sesini arıyordu. Dudakların birbirine değmeden önceki o son saniye kadar heyecan vericiydi sabah uyanışlarımız... Ve iki insan şarkılarda buluştu.
Heyecanlı bekleyişlere gebe kaldı iki insan. Soğuk bir İstanbul gününde, boğazda süzülen tek bir martı kadar ilgi çekiciydi midemizdeki karıncalanmalar. Yer değiştirdik sırasıyla, birimiz martı oldu birimiz balık. Birbirimizin ağzından ölümü tatmak kadar aşk kokuyordu bedenlerimiz. Salınıyorduk yüzeyde, bekliyorduk çaresizce. Yüzünüze vuran Kadıköy Rıhtım fırtınası kadar acımasızdık, soğuktuk. Büyük balık olduk, içimize attık doymadık. Yaşamak için öldürmüyorduk artık, yaşamak için ölüyorduk. Ölümü ağlattık, sırrımıza kattık... Ve iki insan buluştu kelimelerin İstiklal Caddesi'nde.
Alkoliktik belki ikimiz de, şerefe demedik asla. Ayrı masalarda kaldırıp sağlığımıza yudumladık belki rakılarımızı. Köfte ve patates olmadık, rakı ve balık olduk. Ayrı sofralarda güldük belki ortak olan talihsiz kaderimize, belki de dost omzunda ağladık habersiz mutluluğumuzu doğuran derin ümitsizliğimize. Düşüncelerine habersiz eşlik eden sigaran gibiydim, notalarında yaşadığım boşluğun içinde içime düşen ümit ışığım kadar güzeldin hayallerimde... Ve iki insan buluştu rakının ilk kadehinde.
Dumanını içine çektiğimiz tek sigaraların dallanan ve süzülen dumanları gibi apayrıydık. Kim bilebilirdi aynı yerde bulunduğumuzu, nefesimizi paylaştığımızı, aynı ciğere dolup aynı nefeste tükendiğimizi. Aynı şarkının farklı notalarına sarıldık, asla bilemedik, farkedemedik aynı şarkıda ağladığımızı, güldüğümüzü, sevdiğimizi. Ben senin zihnini soydum, öpüştük, sarıldık, seviştik saatlerce. Anlattık, dinledik günlerce. Aynı ciğerde, aynı şarkıda, aynı gözyaşında, aynı gülücüklerde bulunduğumuzu öğrendik. Birbirimize sarıldık, notalar sarıldı, ciğerler nefessiz kaldı, gözyaşları bir oldu, gülücükler şenlendi sanki aynı yola çıkıp kefenimiz olacaklarmış gibi... Ve iki insan buluştu ölümün son nefesinde.
2 gün 2 gece süren muhabbetler, titrek eller, ürkek kalpler, yorgun bedenler, yabancılaşmış tenler ve saatlerce süren tek bir sır, kulaklardan asla gitmeyecek. İki cümlenin arasındaki saniyelerin yıllar olduğu konuşmalar. Tek bir şarkının ilk dinlenişte ezberlenmesi kadar boştu belki içimiz. Belki de o kadar sahip ve muhtaçtık birbirimize. İki ihtimalin bir bütün oluşturduğu bir dünya kuruldu, ters bir ev kadar garipti. Çabuk uyanabilmek için sağ tarafa dönüp yattık, kulağım sesini arıyordu. Dudakların birbirine değmeden önceki o son saniye kadar heyecan vericiydi sabah uyanışlarımız... Ve iki insan şarkılarda buluştu.
24 Temmuz 2013 Çarşamba
İpucu veriyorum hazır mısın?
Hayat bazen Red Hot Chili Peppers
grubunun klipleri gibi. Telefonunuzu elinize almadan önce Tanrı’nın cennetinden
çıkmış güzellikte bir his, tüm şarkılarını düşüncenizin akmasını sağlayan ışık
hızında olan o gün içerisinde milyarlardan daha fazla iş yapmış 2 çocuk babası
tır şoförünüzün, yani düşüncenizin o sinir iletimize karışır. O anda şarjınızın
bittiğini dünyaya duyurmuş kadar çok bildiğiniz halde eliniz telefonunuza o
şarkının aşkı dolar. Elinize aldığınızda şarjınızın bittiğini tekrardan
hatırlasanız bile, yurdunuza veya evinize gittiğinizde bilgisayarınızın içinde
veya prize bağladığınız şarj aletinin ufak soketlerinin ucunda saatlerce devam
edecek Fransız bir şefin mutfağından çıkmış lezzette müzik ziyafetinin olduğu
düşüncesi ön lobunuzda bulunan nöronların en derinine işler. İki türlü de mutlu
olur insan. Toplama vurulduğu zaman,
hayatınızda yaşadığınız mutluluğu orantıya vurduracak olan anti-mutlulukların
keşfetmediği kabuslara ulaşmasının hayal edilemediği kadar ufak ihtimali
yaşadığınızın verdiği mutlulukla mutlu olabilirsiniz. Dipnot, kendi hatalarınızı
kendiniz düzeltince, sanki iş yapamaz, acemi bir tamirci çocuğunun ustasının
ayağıyla tekmelenmiş ve “O iş öyle mi yapılır hayvan! İzle!” sesini duymuş
olacaksınız. Evet zaten o şekilde bir tekme yediğim zaman izleyebileceğim.
Adamın karşısına Jet-Li’yi koysan da “HÜLOOOĞ!” diye bir narayla beraber o
tekmeyi koyduğu zaman Ninja Kaplumbağalar’ın yaptığı savunmayı yapamaz.
İmkansız yani.
Hele bir de dinleyebildiyseniz
müziği, demeyin keyfinize. Saatlerce yolculuk yapabilirsiniz. Örneğin; İstanbul
trafiğinde saatlerce gidebilirsiniz. Arkanızdan size amaçsızca korna basan
embesil araç sürücüsüne duyduğunuz öfke ve o öfkenin adamı dünyanın en iğrenç
görünümlü yaratık size götünden gökkuşağı ve şekerlemeler saçan tek boynuzlu at
kadar gülünç, bayramda oyuncak ayı alan 5 yaşındaki bir kız çocuğunun
gülümsemesinden daha şeker gelecektir. Tabi garantisini veremem. Yani spor
amaçlı o trafiğe giren insanların ve diğerlerinin zarar görmesini istemem yani.
“Aslında herkese söylesem trafik açılır mı lan hıhıhı.” yapacak “pasif” trafik
canavarlarının bunu okumaması için bu kitabı bastırmayabilirim. Düşünsenize
Supernatural dizisinden çıkma lanetli bir cisim gibi yüzyıllarca dolaşıyor
elden ele. Bastırmayabilirim dedikten sonra birinin düşünmesini istemek embesile
dönüşmek demektir. Sanırım artık embesil bir sürücüyüm.
Hayat bazen bir kalp kırıklığı kadar
kötü oluyor. Kalbinizin içinde dopdolu olan “Güzel Hayal Deposu”ndan sadece
onunla alakalı olanların aktığı bir şelale oluşur. Bir zamanlar aşkınızın eseri
olan kelebeklerin uçtuğunu gösterecek
olan bir projeksiyon görüntüsünden fışkıran mutsuzluk seline kapılır gider tüm
kozalar. Mideniz yıkanmış gibidir. Kalbinizle mideniz arasında gidip gelen
ağrı, tutulamaz bir 38’-45’ Alman müfrezesine benzer. Yıktıkça yıkar. Zayıf
düşersiniz. Savaş sonrası enflasyon gibi vurur bedeninizin her bir köşesine.
Bir savaş atı kadar yorgun bedeniniz su tutmaz bir sünger saçmalığıyla uyutmaz
hücrelerinizi.
Yemek ye dolar o boşluk annem.
Dilinize dolanan, dinlemekten nefret ettiğiniz radyo kanalında çalan o saçma sapan şarkı vardır. Günlerce söylersiniz. Kendinize ettiğiniz küfürler hayal gücünüzün ötesindedir belki. Hiç gitmediğini düşünmek bile rahatsız edici. Online olarak oynadığınız bir oyunda sizi sürekli öldüren bir karakter kadar uyuz edicidir. Her zaman sizden bir adım önde olmayı başarır. İtinayla yediğiniz çekirdek kabuklarından birinin günlerce damağınızda asılı kalması kadar uğraş vericidir. Çıkarma isteğiniz nefretinizi tetiklerken, dilinizle o kabukla oynarken bulursunuz kendinizi. Bir o kadar da ilgi çekicidir ilk başlarda.
Hayallerinizde canlandırdığınız kadın/erkek kadar egzotik ve erotik birini elinizden kaçırırsınız. Küçük bir çocuk gibi küsersiniz hayallerinize en yakın arkadaşına küsmüş gibi. İki gün sonra bir bakmışsınız beraber rakı içiyorsunuz. Karşınızda oturacak kadar şizofrenik, dostunuzdan daha samimi dinliyordur sizi. Hiç hesapta olmayan biriyle tanışmanız, flörtleşmeniz ve sevişmeniz kadar hızlı gelişir herşey. Şeytani bir dostlukla eşlik edip, sizin için hızlandırır her şeyi aldığınız alkol. Seviştikten sonra yatak başına bırakılmış para kadar amaçsız ve hayat kadını hissettirir baş ağrınız. Dostluğu uyuşturucu gibidir kendine bağlayıp sonra çekip giden.
Amaçsız yaz geceleri inada binip uyumazsınız genelde. Şikayet ve küfürlere sığdıramadığınız hoşnutsuzluğu duyduğunuz güneşi beklersiniz. Birkaç saat bölük pörçük uyku sonrasında kremlenip güneşlenirsiniz. Tıpkı aşkla nefretin birleştiği duygu yüklü bir fırtına gibi. Biraz ümitsiz, biraz güven verici. Biraz alkol alıp beklersiniz geceyi. Anlattığınız zevkli saatlere sığdıramadığınız eğlenceyi yaşadığınız saatleri beklersiniz. Alkolü biraz fazla kaçırıp, eğlenmeye çalıştıktan sonra uyumadan önce derin bir ağlarsınız. Tıpkı sevginin korkuyla birleşiminden oluşan ve sizi ağlatan ilk dram filmi gibi. Alışkanlığı anne hasretinden daha derin gelir bazen.
Can yakar, ağlatmaz. Nefret ettirir, kendine bağlar. Alkol doldurur, ümit boşaltır. Canınızı çektirir, elde ettirmez. Selam verin içinizdeki boşluğa, bugün daha da derindesiniz.
Hayallerinizde canlandırdığınız kadın/erkek kadar egzotik ve erotik birini elinizden kaçırırsınız. Küçük bir çocuk gibi küsersiniz hayallerinize en yakın arkadaşına küsmüş gibi. İki gün sonra bir bakmışsınız beraber rakı içiyorsunuz. Karşınızda oturacak kadar şizofrenik, dostunuzdan daha samimi dinliyordur sizi. Hiç hesapta olmayan biriyle tanışmanız, flörtleşmeniz ve sevişmeniz kadar hızlı gelişir herşey. Şeytani bir dostlukla eşlik edip, sizin için hızlandırır her şeyi aldığınız alkol. Seviştikten sonra yatak başına bırakılmış para kadar amaçsız ve hayat kadını hissettirir baş ağrınız. Dostluğu uyuşturucu gibidir kendine bağlayıp sonra çekip giden.
Amaçsız yaz geceleri inada binip uyumazsınız genelde. Şikayet ve küfürlere sığdıramadığınız hoşnutsuzluğu duyduğunuz güneşi beklersiniz. Birkaç saat bölük pörçük uyku sonrasında kremlenip güneşlenirsiniz. Tıpkı aşkla nefretin birleştiği duygu yüklü bir fırtına gibi. Biraz ümitsiz, biraz güven verici. Biraz alkol alıp beklersiniz geceyi. Anlattığınız zevkli saatlere sığdıramadığınız eğlenceyi yaşadığınız saatleri beklersiniz. Alkolü biraz fazla kaçırıp, eğlenmeye çalıştıktan sonra uyumadan önce derin bir ağlarsınız. Tıpkı sevginin korkuyla birleşiminden oluşan ve sizi ağlatan ilk dram filmi gibi. Alışkanlığı anne hasretinden daha derin gelir bazen.
Can yakar, ağlatmaz. Nefret ettirir, kendine bağlar. Alkol doldurur, ümit boşaltır. Canınızı çektirir, elde ettirmez. Selam verin içinizdeki boşluğa, bugün daha da derindesiniz.
23 Temmuz 2013 Salı
Moronlaştıramadıklarımızdan mısınız?
Bu kadar boş, monoton ve sıkıcı olmanızın özel bi sebebi mi var yoksa hobi olarak mı yapıyosunuz bilmiyorum ve açıkçası bana dokunmadığınız, etrafımda olmadığınız sürece sıçtığım bok etrafında dolanan bok sineğinden farksızsınız.
Sabah uyanmışsınızdır. Okulunuza, işe veya bakkala ekmek almaya gidiyorsunuzdur. Dışarıda karşınıza çıkan ilk insan büyük ihtimalle bir güvenlik görevlisidir. Bulunduğunuz sitenin girişinde, genel olarak kimin girip çıktığını önemsemeyen ve her ay düzenli olarak parasını havada kapan ve sizi -bana kalırsa- kendinden korumakla güvenli bir insan. Şimdi çıkıp da "Hepsi aynı mı lan orospu çocuğu!?" diyecek beyninden hasarlı arkadaşlar, küçükken ben değil aileniz sizi baş aşağı düşürmüş. Seversiniz veya sevmezsiniz, selam verirsiniz veya "Günaydın abi kolay gelsin." dersiniz. Hafiften bir baş eğmek bile yeterlidir. "Genelde" karşınızda muşmula suratlı, mutsuz ve göz kapaklarıyla cebelleşen bir insan görürsünüz. İstemsiz olarak "Acaba yüzü gülen bir insan var mıdır sabahın köründe?" sorusu düşer aklınıza. Bir insana güler yüzlü bir selam vermek için, hadi gülmeyi de geçtim selam veren bir insanoğlu var mı? Aynı saatte yat, aynı saatte kalk, kahvaltını yap, otobüse binmek için birkaç kişi ez, birkaç kişiyle sidik yarışına gir, aklından tatile gittiğin zaman kaç tane Rus uyruklu hatun tavlayabileceğini düşün, Twitter'da fenomen, kameraya şaklaban olabilmek için çabala... Bu kadar mı basitsiniz ben cidden anlam veremiyorum. Bu kadar basit ve monoton olmak için kaç kişi öldürdünüz bunu daha çok merak ediyorum.
Farklı giysiler içerisindeki aynı insanlar, farklı yanaklar, dudaklar, gülüşler, gözler... Sürüsünü takip eden bir dolu koyun gibi. Atatürkçüsü, sağcısı solcusu, özgürlükçüsü, kapitalisti... Siyasal düşüncenin insan kişiliğini etkilediği bir paralel evren kafasında yaşıyorsunuz maalesef. Hayatı yaşıyoruz ayağına hayat tarafından harcanıyorsunuz. "Televizyon insanı aptallaştırır, sürüye katar." gerçeği reddedilemez. Bu gerçeği kabullenip, özümseyip, twitter veya facebook bio'suna yazanlar da var tabi. Nasıl bir özümseme ben hala çözebilmiş değilim. İster inanın ister inanmayın, piyasada bulunan çoğu kitap da aynı etkiyi yapıyor. Türünün ilk örneği olan insanlar yerine taklitçilerin saçmalıklarını okumak farkında olmadan birer zombi yaratıyor. Televizyon günah keçisi haline getiriliyor ki asıl tehlike gözden kaçıyor. Kendi yobazca düşüncelerini karşıdaki hayran kitlesine aktarmak için fırsat kollayan ve bunu başaran yazarlar umarım bunu okur.
"Çok gezen mi yoksa çok okuyan mı?" sorusu bana hep amaçsız ve boş gelmiştir. Bir cevap elde edildiği zaman, o cevabın hangi amaca hizmet ettiğini düşünmeksizin hareket etmeye devam edilir. Kendine " Çok televizyon izleyen mi, çok porno sitesi bilen mi yoksa çok egoist olan mı bilir?" sorusunu kendine sormayı akıl edemeyen milyonlara ulaşmış bir kitleyle yaşamak zorunda bırakıldık. Dünyanın neresinde olursak olalım, değişmeyecek gerçekler var maalesef. Yıkmaya korkulan tabular, zorla bir dine mensup edilmeye çalışılan evlatlar, bakireliğin kişilik ve hayat standartlarını belirlediği bir toplum içinde azınlık gruplar var. İlla fight club kurcaz dimi?
Sabah uyanmışsınızdır. Okulunuza, işe veya bakkala ekmek almaya gidiyorsunuzdur. Dışarıda karşınıza çıkan ilk insan büyük ihtimalle bir güvenlik görevlisidir. Bulunduğunuz sitenin girişinde, genel olarak kimin girip çıktığını önemsemeyen ve her ay düzenli olarak parasını havada kapan ve sizi -bana kalırsa- kendinden korumakla güvenli bir insan. Şimdi çıkıp da "Hepsi aynı mı lan orospu çocuğu!?" diyecek beyninden hasarlı arkadaşlar, küçükken ben değil aileniz sizi baş aşağı düşürmüş. Seversiniz veya sevmezsiniz, selam verirsiniz veya "Günaydın abi kolay gelsin." dersiniz. Hafiften bir baş eğmek bile yeterlidir. "Genelde" karşınızda muşmula suratlı, mutsuz ve göz kapaklarıyla cebelleşen bir insan görürsünüz. İstemsiz olarak "Acaba yüzü gülen bir insan var mıdır sabahın köründe?" sorusu düşer aklınıza. Bir insana güler yüzlü bir selam vermek için, hadi gülmeyi de geçtim selam veren bir insanoğlu var mı? Aynı saatte yat, aynı saatte kalk, kahvaltını yap, otobüse binmek için birkaç kişi ez, birkaç kişiyle sidik yarışına gir, aklından tatile gittiğin zaman kaç tane Rus uyruklu hatun tavlayabileceğini düşün, Twitter'da fenomen, kameraya şaklaban olabilmek için çabala... Bu kadar mı basitsiniz ben cidden anlam veremiyorum. Bu kadar basit ve monoton olmak için kaç kişi öldürdünüz bunu daha çok merak ediyorum.
Farklı giysiler içerisindeki aynı insanlar, farklı yanaklar, dudaklar, gülüşler, gözler... Sürüsünü takip eden bir dolu koyun gibi. Atatürkçüsü, sağcısı solcusu, özgürlükçüsü, kapitalisti... Siyasal düşüncenin insan kişiliğini etkilediği bir paralel evren kafasında yaşıyorsunuz maalesef. Hayatı yaşıyoruz ayağına hayat tarafından harcanıyorsunuz. "Televizyon insanı aptallaştırır, sürüye katar." gerçeği reddedilemez. Bu gerçeği kabullenip, özümseyip, twitter veya facebook bio'suna yazanlar da var tabi. Nasıl bir özümseme ben hala çözebilmiş değilim. İster inanın ister inanmayın, piyasada bulunan çoğu kitap da aynı etkiyi yapıyor. Türünün ilk örneği olan insanlar yerine taklitçilerin saçmalıklarını okumak farkında olmadan birer zombi yaratıyor. Televizyon günah keçisi haline getiriliyor ki asıl tehlike gözden kaçıyor. Kendi yobazca düşüncelerini karşıdaki hayran kitlesine aktarmak için fırsat kollayan ve bunu başaran yazarlar umarım bunu okur.
"Çok gezen mi yoksa çok okuyan mı?" sorusu bana hep amaçsız ve boş gelmiştir. Bir cevap elde edildiği zaman, o cevabın hangi amaca hizmet ettiğini düşünmeksizin hareket etmeye devam edilir. Kendine " Çok televizyon izleyen mi, çok porno sitesi bilen mi yoksa çok egoist olan mı bilir?" sorusunu kendine sormayı akıl edemeyen milyonlara ulaşmış bir kitleyle yaşamak zorunda bırakıldık. Dünyanın neresinde olursak olalım, değişmeyecek gerçekler var maalesef. Yıkmaya korkulan tabular, zorla bir dine mensup edilmeye çalışılan evlatlar, bakireliğin kişilik ve hayat standartlarını belirlediği bir toplum içinde azınlık gruplar var. İlla fight club kurcaz dimi?
"Copy-Paste yaptım yeni yazmadım." adlı çalışmam
Çok hızlı oldu her şey. Sanki
evren tarafından planlanmış ve tam rayında giden bir tren gibi…
Dayanamayıp son anda içine
atlayan, tahmin bile edemeyeceği şeyleri içindeki iyilik ve aşk yüzünden
yaşayıp yaralanan, yorulan, korumaya muhtaç küçük bir kız. Nereye gittiğini
bile önemsememişti. Küçücük yüreğindeki kocaman cesaretinden habersizce güç alan,
aşkın verdiği tutkuyla kompartımanların oluşturduğu labirentlerde yolunu
kaybetmiş küçük bir kız. Gözlerinden aşka olan nefreti, güvenmek dürtüsünü
reddetmiş, içten ve sevgi dolu bir
öpücüğe açlığı bir vampirin kana susamışlığı kadar kuvvetli, kimi beklediğinden
habersiz küçük bir kız. Teninin anlamını kaybetmiş, çaresizce çığlıklarının son
tınısını her seferinde gözlerinden düşen gözyaşlarıyla uğurlayan, kalbi aldığı
yaraların tedavisine koşturmasıyla yorulmuş küçük bir kız. Gücünü son kez
toplayıp, her adımında kendini o kaçınılmaz düşüşe hazırlayan, kalbindeki son
aşk ateşini kaybeden ve son cesaret kırıntısını, kalbine düşecek o dünyanın en
önemli kum taneciğinin yanına gömen küçük bir kız. Her şeyden habersizken, tam
düşerken tenini, midesinin en içinde, kalbinin 2 kişilik mezarlığının tam
ortasında hissettiği bir adam…
Çok hızlı oldu her şey. Kalbime
çakan milyon voltluk şimşekler ve midemi alt üst eden binlerce kelebek kadar
hızlı.
Devamı var da, ne zaman gelir orasını nah biliriz işte.
Devamı var da, ne zaman gelir orasını nah biliriz işte.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)